11 Ekim 2014 Cumartesi

Yaygın bir zorbalık, alaycılık

Etrafımda birinin (özellikle dindar bir siyasinin) tavırlarından sarkastik edayla bahsedilip “bunlar kendine müslüman kardeşim” dediğini duydukça irkiliyorum. Ancak bu irkilmem, alay edilenin müslüman olmasından kaynaklanmıyor. Öyle olsa ben de “kendine müslüman” olurdum sanırım J Aksine, dikkatlice baktığımda bu tür alaycı ifadeleri, dindarın seküler olana, Türkün Kürt’e, Kürtün Türk’e, Beyaz Türkü yeşil olana giderek daha sık şekilde uyguladığını görüyor ve aynı irkilmeyi yaşıyorum. Bu alaycı tavırla bahse konu edilen şeyler, dürüstlük, namusluluk, insanlık gibi en temel değerler olduğunda ise, irkilmenin ötesinde pis bir koku duymuşçasına oradan uzaklaşmak istiyorum.

Sonra aklıma birçok soru geliyor… Nasıl bir şey bu alay etmek? Bir insanın alay ederken söylediği ile aslında söylemek istediği şey aynı mı? Acaba alay etmekle elde edilen haz başka hangi duyguları besliyor? Alay ederken işaret edilen ve ilk bakışta dinleyene “he valla” dedirten ve hatta güldüren görüntünün ardında, iddia edilen komikliğin aksine bir hakikat saklı olabilir mi? Birisi başka bir unsurla alay ederken, dinleyenlerin beynindeki rasyonaliteyi bypass edecek ve onları itirazdan geri tutacak bir hipnoz etkisi var mıdır? Varsa, alay etmek, acaba kişileri ve kitleleri yönlendirmek için kullanılan bir yöntem haline gelebilir mi? Alaycı ifadeleri çokça kullanan bir grup “orantısız zekâ” etiketi ile ün salmıştı, acaba, alay etmekle zekâ seviyesi arasında bir ilişki var mıydı? … Bu sorular birbirini doğurarak devam ediyor.

Bu konuda iddialı ifadeler kullanacak kadar bilgi sahibi değilim. Ancak kendi sosyal yaşantım için ihtiyaç duyacağım temel bilgiler elde etmek için bir mefkûre edinmek amacıyla düşünmeye başladım. Önce bu konudaki bilimsel çalışmalara hızlıca göz attım ve çok ilginç bilimsel makaleler buldum. Örneğin kendilerine gülünmesi fobisi (gelotofobya) olanların başkalarıyla alay etme ve onlar hakkında mizah yapma eğilimlerinin ciddi derecede fazla olduğunu öğrendim [1]. Literatürde alay etmenin, “sözel şiddet/zorbalık” olarak ele alındığını [2], eğitim [3, 4], aile [5], iş [6] ve sosyal hayatta [7] bu eylemin etkilerinin incelendiğini ve hatta orta ve ileri safhalarının hukuki davalara bile (mobbing, aile içi şiddet, vb) konu olabildiğini gördüm. Şunu belirtmeliyim ki, yayınların büyük bölümü, eğitimle ilgili olanlardı. Özellikle ilk, orta ve lise eğitiminde öğrenciler arası ilişkiler ve zorbalıkla ilgili olan yayınlar… Çalışmaların çoğunun bu ya grubu üzerinde yoğunlaşması, alay etmenin de yoğunlukla çocukluk döneminde yapılan ve bir yönüyle “çocukça” bir davranış olduğunu düşündürdü bana. Gerçekten de, öyle değil mi? Başkasıyla sık sık alay edenler çoğunlukla olgun ve görgülü insanlar değillerdir. Sonra, alay etmenin alay edilen insanların davranışlarındaki değişimi inceleyen yayınlar gördüm.Örneğin alay etmenin erkek modasındaki eğilimleri etkilediği tespiti [8] çok dikkat çekiciydi. Bu tespit bana, alay etmenin birey ve dolayısıyla toplumların davranışlarında ciddi bir değişiklik etkisinin olup olmadığını araştırmaya sevk etti. Nitekim alay etmenin, alay edileni utandırma gibi bir sonucu vardı ve utanan insan da çoğunlukla daha fazla utanmamak için alay edilen unsura dair bir davranış değişikliğine gidiyordu. Diğer taraftan yayın hayatımızda benzer manayı ifade eden “mahalle baskısı” şeklinde yerleşmiş terminolojiler de mevcut. Birey ve toplum davranışlarını etkilemeye dair çalışmaları incelemeye devam ettikçe, konu toplum mühendisliğine kadar uzanıyor ki, bu alanda da yüzlerce çalışma var.

Mevzuyu çok detaylandırmadan alay etme bahsine döneyim. Literatürdeki çalışmalara baktıktan sonra, konuyu İslam âlimlerinin nasıl ele aldığını da inceledim. Alay, insan doğası ve nefsindeki bir durum olduğu için en etraflı çalışmaları tasavvuf ve ahlak kitaplarında buldum. İnceleyebildiklerim arasında en analitik çalışmayı yapan İmam Gazaliydi. Gazali, İhya-u Ulûmi’d Dîn adlı eserinin 3. Cildinde helak edici özellikler (mühlikât) arasında saydığı “dilin afetleri” bahsinde yirmi ayrı dil hastalığından bahsederken, bunlar arasında alay etmeye de yer veriyor [9]. Gazali’nin Kur’an ve sünnetten getirdiği deliller şunlar:

"Ey iman edenler! Bir kavim, diğer bir kavimle alay etmesin. Umulur ki, alay edilenler, alay edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesin. Umulur ki, alay edilen kadınlar, alay edenlerden daha hayırlıdır" (Hucûrât Suresi, 11. Ayet)

Peygamber Efendimiz, bir hutbesinde, yellenen kişiye gülünmesi hakkında "sizden birisi, kendi yaptığı bir şeyi başkasında görünce neden gülüyor?" demiştir (Buhari, Müslim)
"Kim ki, müslüman kardeşinin işlediği fakat ardından tövbe ettiği bir günahına gülerse, kendisi de ölmeden evvel mutlaka aynı günahı işler" (Tirmizi)

Burada görüyoruz ki, sakındırma genele yapılmayıp, hem erkeklere, hem de kadınlara ayrı ayrı yapılıyor. Böylelikle bu davranışın kadına ya da erkeğe has olmadığını, herkesin kaçınması gerektiği açıkça ifade ediliyor. Diğer bir tespit de, insanın kendinde olabilen bir özelliği başkasında gördüğünde gülüp ve alay etme eğiliminin olması. Ancak olgun insanlar, belirli bir terbiye ve kontrol ile bunun önüne geçebiliyorlar.

Gazali’nin naklettiği bir başka hadis, alay edenlerin de Allah tarafından alaya maruz bırakılacağını göstermesi açısından çok dikkatimi çekti. Hadis şöyle:

“Halka istihza (alay) edenlerin her birisi için cennetten bir kapı açılır. Ona “gel, gel” denilir. O da üzüntüsüyle beraber (koşa koşa) o kapıya gelir. Kapıya vardığında kapı yüzüne kapatılır. Sonra başka bir kapı açılır. Kendisine yeniden “gel, gel” denir. O da yana yakıla gelir. Kapıya vardığında kapı yine yüzüne kapatılır. Ve kendisine kapı açılıp “gel gel” dendiği halde ümitsizlikten gitmeyi terk edinceye kadar bu şekilde aldatılır” (İbn Ebi Dünya)

İşte böyle, yapılanın karşılığı hem yukarıdaki hadiste belirtildiği üzere “etme bulma dünyası” olan bu dünya da, hem de nihai karşılıkların verildiği öbür dünyada yapılan hatanın cinsine ve şiddetine göre adil şekilde veriliyor. İnananlar için ne kadar caydırıcı değil mi?

Gazali, ayette açık şekilde sakındırılan bir fiil olduğu için alay etmenin haram olduğunu belirtiyor. Ancak karşıdakine ezâ vermeyen, kişinin kendi hakkında da söyleyip gülebildiği hususların söylenmesinin de mahiyeti itibariyle alay etmek olduğu halde haram olmadığını belirterek bir ayırıma gidiyor.
Peki, haydi biz alay etmedik, ya bizimle alay edilirse ne yapmalıyız? Bu konuda da yine Gazali’nin nefsi terbiye ve ahlakı güzelleştirme babında insanın kendi ayıplarını bilmesinin yollarını anlattığı bölüm hatırıma geldi. Ona göre, kendi nefsinin ayıplarını bilmek isteyenler için dört yol söz konusu [10]:
  1. İnsan kendisine onu terbiye edecek, iyi örnek olacak, hataları konusunda uyarıp iyiliğe teşvike edecek bir mürebbi edinebilir.
  2. İnsan kendisine sadık ve salih bir dost edinebilir ki, onu iyiliğe teşvik etsin, kötülükten de sakındırsın.
  3. İnsan, düşmanının onun hakkında ne söylediğine bakar. Düşman, insanda iyi özellik aramaz, hepsi eksik ve kusurlarını arar ve söyler. Bu durumda kişi, düşmanının söyledikleri hususlar kendisinde var mı diye bakar. Gerçekten varsa düzeltmeye gayret eder.
  4. İnsan, kendisinin başka insanlarda gördüğü kusurlar olduğunda, bunu fırsat bilip önce bu kusurlar kendisinde de var mı diye bakar, şayet varsa düzeltmeye gayret eder.  

Yani, her ne kadar alay etmek, hem alay eden için dünya ve ahirette sıkıntılı sonuçlar doğuruyor, hem de alay edilen için geçici bir eziyet oluşturuyorsa da, alay edilen kişi ferasetli birisi ise, bu durumdan kendisine olumlu bir sonuç çıkartabilir. Böylelikle hem alay edeni kendi kabahati ve alacağı ceza ile baş başa bırakmış olur, hem de kendisi ile alay edilmesine de neden olabilen ve belki de fark etmediği bu özelliğinden kurtulma yolunu aramaya koyuluyor. Tabi alay edilen husus, kişinin değiştiremeyeceği bir özelliği ise (boyu, herhangi bir engeli, vs) bu durumda alay edilenin yapacağı bir şey olamayacak, alay edenin ise vay haline…

Şüphesiz konunun çok daha derin yönleri söz konusu. Ancak benim kendi yaşantım için bu kadar incelemeden sonra çıkarımlarım şunlar oldu:
  1.  Alay etmek, sözel şiddet kapsamına giren bir tür zorbalık.
  2. Zorbalık olduğu için, başarılı iletişim kurmayı ya da düşüncesini açıklamayı beceremeyen ve karşısındakine göre kendini “güçlü” hissedenlerin ya da güçle bir şey elde etmeye çalışanların başvurduğu bir yöntem.
  3. Alay etmek çocuklar arasında çok daha sık görülüyor ve tabiatı itibariyle de çocukça bir davranış.
  4. Alay eden insanların çoğu, aslında kendisiyle alay edilme fobisine ve belki gizlemek istedikleri başka komplekslere sahip oluyor.
  5. Alay etmek, İslam inancında da mutlak yasak olan ve insanı helâka götüren bir davranış.
  6. İslam inancına göre, alay edenin, alay ettiği husus dünyada mutlaka başına gelir, ahirette de kendisiyle alay edilir.
  7. Alay eden için hiçbir iyi sonuç yok; ama alay edilen açısından, alay edilen hususun gerçekten olup olmadığı kontrol edilerek, bu eksiğin giderilmesi yolu mümkün. Bu açıdan kimi durumlarda bu şerrin hayra tevdi edilmesi de olası.

Gazali’nin de belirttiği gibi insanın kendisi hakkında objektif bir değerlendirme yapması ve eksiklerini kendisinin tespit etmesi çok güç. Bunun için dışarıdan bir gözle bakmak çok önemli. Bu anlamda kendi davranışlarımızı yeterince gözlemleyemeyeceğimizi kabul edelim. Ve, kendimizi hiç alay etmiyor zannediyorsak, bu yazıyı okuduktan hemen sonra “alay edenlerle alay edip etmediğimizi” bir kez daha kontrol edelim. Zira yapılması gereken, dikkatimizi hatayı yapana değil, hatanın kendisine odaklamak ve varsa önce kendimizden ve yakınlarımızdan bu davranışı uzaklaştırmak olmalıdır.
Vesselam



Kaynaklar
[1] Andrea C. Samson, Oswald Huber, Willibald Ruch, Teasing, Ridiculing and the Relation to the Fear of Being Laughed at in Individuals with Asperger’s Syndrome, Journal of Autism and Developmental Disorders, April 2011, Volume 41, Issue 4, pp 475-483
[2] Joseph E. Zins, Maurice J. Elias, Charles A. Maher, Bulying, Victimization, and Peer Harrassment, 2007, Haworth Press, Chapter 21, p 389.
[3] Rebecca S Griffin, Alan M Gross, Childhood bullying: Current empirical findings and future directions for research, Journal of Aggression and Violent Behavior, Volume 9, Issue 4, July 2004, Pages 379–400
[4] İbrahim ÇANKAYA, İlköğretimde Akran Zorbalığı, Uludağ Üniversitesi  Eğitim Fakültesi Dergisi, 24 (1), 2011, s. 81-92
[5] Dr. Dilek YETİM, Dr. Erkan Melih ŞAHİN, Aile Hekimliğinde Kadına Yönelik Yaklaşım, Aile Hekimliği Dergisi - Cilt 2 Sayı 2
[6] Heinz Leymanna, The content and development of mobbing at work, European Journal of Work and Organizational Psychology, Volume 5, Issue 2, p 165-184, 1996
[7] Michael Billig, Laughter and Ridiculing, Towards a Social Critique of Humour, SAGE, Jul 19, 2005
[8] Jo Barraclough Paoletti, Ridicule and Role Models as Factors in American Men's Fashion Change, 1880–1910. Costume, 19(1), pp. 121–134
[9] İmam Gazali, İhyau Ulûmi’d Dîn, Tuğra Neşriyat 3. Cilt, s 287.
[10] İmam Gazali, İhyau Ulûmi’d Dîn, Tuğra Neşriyat 3. Cilt, s 138.

25 Ağustos 2014 Pazartesi

İnanç özgürlüğünü savunurken inanca sövebilmek

Türkiye'deki Alevilik meselesi dini, sosyolojik ve siyasi boyutları nedeniyle karmaşık bir konu. Üzerinde konuşup da çok ağır eleştiriye maruz kalmamak mümkün değil. Ancak meselenin uçlarında gezen görüşleri eleştirmek ve tarafları itidale davet etmek de bir görev olarak ortada duruyor. Özellikle aşağıda linkini paylaşacağım ve Murtaza Demir tarafından kaleme alınmış "İmamınızı da Alın Gidin!" başlıklı yazıyı okuyunca bu konuda bir şeyler söylemek istedim:



Yazının sadece son paragrafını alıntılamakla yetineceğim. Ancak yazının tamamının okunması değerlendirmelerin daha iyi anlaşılması için faydalı olacaktır:

"Caminizi, minarenizi, hoparlörünüzü istemiyoruz! Köyümüze gelecekseniz; okulla, kütüphaneyle, kitap, bilimle gelin… “Hayır” diyorsanız imamınızı da alıp Keçeci Baba köyünü terk edin!
Gidin!!!"

Yazıda bir alevi köyüne yapılacak cami üzerinden dinin ne kadar geriletici olduğuna dair klişe pek çok kaba değerlendirme yapılırken, diğer taraftan inanç özgürlüğü adına Alevilerin haklarının savunulması yapılıyor. Yazı, bizim aydın profilimizde sıkça rastladığımız öğrenilmiş cahillikler ve iflah olmaz saldırganlıklarla dolu. Aklı selimden ve uzlaşmadan uzak ve hırçın.

Yazının detaylı analiziyle oyalanmadan bu konudaki temel doğrular üzerinden makul bir noktaya gelmeye çalışalım:
Cemevleri üzerinden yürütülen tartışmalara baktığımda, etrafında modern dünyanın tabu kavramları ile bezenmiş söylemler görüyorum; inanç özgürlüğü, insan hakları, örgütlenme hakkı, vb. Bu kavramların pek çoğu İnsan Hakları Evrensel Beyannamesinde (İHEB) vurgulanmıştır. Örneğin din özgürlüğü, beyannamenin 18. Maddesinde yer aldığı haliyle şöyledir:
Her şahsın, fikir, vicdan ve din hürriyetine hakkı vardır; bu hak, din veya kanaat değiştirmek hürriyeti, dinini veya kanaatini tek başına veya topluca, açık olarak veya özel surette, öğretim, tatbikat, ibadet ve ayinlerle izhar etmek hürriyetini içerir.

Buraya kadar sorun yok. Aslında, bu tür konular, tarafların “anlaşmaya gönlü olduktan sonra” kolay çözülecek hususlardır. Nitekim rahatlıkla söyleyebilirim ki, yazıda problemin kaynağı ve çözümün önündeki engel olarak suçlanan Sünni grubun, din-diyanet özgürlüğü ile ilgili hiçbir probleminin olmadığını gayet iyi biliyorum. Sıradan vatandaşa sorarsan “herkes istediği yere gitsin” diyecek zaten. Ayrıca, dinin ana kaynakları da “dinde zorlama yoktur” diyerek bu konuda temel çerçeveyi çiziyor. Diğer taraftan Alevi birisi de cemevine gitmekten, orada ibadet etmekten men edilmiyor. Salt ibadet maksadıyla cemevlerine cami gibi bir statü verilmesi de yine oturup müzakere edilebilecek hususlar.

Çözümü zorlaştıran, ilgili tarafları kendi siyasi bahçesi olarak kullanmaya devam etmek isteyen siyasilerin, taraflar içerisindeki marjinal görüşleri öne sürmeye devam ederek, bahçelerini kaybetmemek istemeleri.
Bu tür marjinal bakışlardan birini yansıttığını düşündüğüm yukarıdaki yazı şöyle bir kritik edelim:

1.       Din özgürlüğü adına dine-diyanete sövmek: İçerisinde din özgülüğü adına cemevlerinin statü kazanmasını talep ederken, yine bir din objesi olan cami, türban, imam vb kavramlara hakaretler ediliyor. Yani, sen de ben de kendi özgürlük alanlarımıza sahip olalım ve yaşayalım yaklaşımı söz konusu değil.

2.       Öfkeyle akla ilk gelen parlak ama mantıksız görüşlerle çözüm aramak: Dinin, ilerleme için engel olduğu, insanları uzaya çıkarmayacağı gibi akla ziyan tespitlerden sonra vergisinin camilere harcanmaması gerektiğini iddia ediyor. Bu parlak fikrin toplumda belirleyici bir yöntem olarak kabul edildiğini düşünelim: Çoğunluğu müslüman olan bu ülkedeki Müslümanların kalkıp “benim vergimle meyhaneye, kerhaneye, yol, su, elektrik gitmesin” diyebileceğini aklına getirmiyor mu? Bu tür yazılar, düşünme yetisi azalmış okuyucuları hipnoz etmek ve onları slogan cümleleri tekrarlayan papağanlara çevirmek için çok etkilidir.

3.       Din kavramı konusundaki tereddütler ve tutarsızlıklar: Bir yandan, dinin bütünsel olarak bizi uzaya çıkarmadığı, vb tespitler havada uçuşurken, diğer yanda başka bir inanç disiplini kabul edilerek sunulan Aleviliğin yüceltilmesi, özgürleştirilmesi savunuluyor. Sünni dinin yaptığı uyuşturma etkisi ile Aleviliğin yapacağı etki arasında nasıl bir nitelik farkı olduğuna dair nokta, okuyucunun gözünden kaçırılıyor.

4.       Alevilik konusundaki muğlaklıklar: Alevilik konusundaki en büyük engel bence bu. Aleviler başta olmak üzere, toplumda Aleviliğin nereye oturtulacağı konusunda uzlaşma yok. Bir uçta, Sünnilerle hiçbir problemi olmayan, 12 İmama sadık ve ibadet konusunda da benzerlikler gösteren Alevilik, diğer uçta ise Alisizlikten de öte Ateist Alevilik… Müzakerede masadaki taraflar kimler, hepsinde biraz mı var, yoksa bir-iki grup hepsi adına mı pazarlık ediyor. Cemevi, Camiye mi alternatif, yoksa eskiden ve esasında olduğu gibi dergah/tekke niteliğinde mi ayrıcalık isteniyor… Örneğin, paylaştığım yazının yazarı, ortadoğudaki akla ziyan uygulamaları İslam'a mâl ederek, "defalarca söyledik, bunlar Müslümanlıksa biz Müslüman değiliz" diyor. 

Çözüm nasıl olabilir?
Bence din özgürlüğü konusunda İHEB’e ihtiyaç duymayacak kadar özgürlükçü bir inanç temeli üzerindeyiz. Diğer taraftan mesele çözüm bulmak olunca, Alevisi-Sünnisi halkımız çoğunlukla meselelere oldukça anlayışlı, kavga ve çatışmadan uzak şekilde bakıyor. Dolayısıyla hepsi müzakere edilebilir.

Açıkçası herkesin mutabık kalmasını beklemek de bence gerekli değil. Kendi görüşünü adam akıllı tanımlama kayıt ve şartıyla Alisiz Alevilik de dâhil olmak üzere tüm gruplar kendi görüşlerini ilan etsin, ibadethane tanımını da yapsın, meydana çıksın, hakkını talep etsin. Devlet de bence hepsine (belirli bir sayıyı aşanlara mezhep/din hüviyetiyle bakarak) vermesi gereken tüm hakları versin. Dileyenin cemevi camiye alternatif olsun, dileyeninki dergah/tekke gibi açılsın. Dileyen dilediği yere gitsin; yeter ki, gittiği yerde başlangıçta tanımlanan çerçeve dışında bir propaganda yapılmasın, öfke ve kin telkin edilmesin. N’olur? Kime zararı dokunur? Sünnilere mi? Kesinlikle HAYIR…

O halde bunun önündeki engel ne? Bence öncelikle Alevilerden beslenen siyasiler… Çünkü böyle yaptıklarında, Aleviler içindeki azınlık olan; ama sesi en çok çıkıp Alevileri temsil ettiğini Alisiz ve Ateist Aleviler çok azınlıkta kalacak, aslında ne kadar temelsiz ve marjinal oldukları gün gibi ortaya çıkacak. Açıkçası ne kadar marjinal de olsa, onların da görüşlerini yaşatmaya hakları var. Ancak artık ellerinde Alevileri sömürme malzemeleri ve gerekçeleri alınmış olacak. Çünkü yaptıkları mücadelenin Ali ve Aleviler hatırına olmadığı, çoğunlukla din düşmanlığı ekseninde hareket ettikleri kin ve öfke ile dini değerlere saldırdıkları deşifre olacak. Örneğin bu yazının yazarı, etrafında, kendisi gibi Alisiz, hazımsız ve öfkeli kaç kişi bulacak? Kimleri kışkırtacak? Muhtemel ki sövmeye devam edecek, ama dinleyeni kalmayacak.

O yüzden, Alevilik sorunu sadece Alevilerin değil; tüm toplumun problemidir ve çözümü de İslam’ın bizatihi kendisinin sağladığı özgürlük alanında mevcuttur.Çevremizdeki olaylara bakarsak, bu konunun önümüzdeki yıllarda kaşınacağı ve yeni bir çatışma alanı oluşturulacağı dikkate alındığında, bu marjinal ağızlara laf bırakmayacak şekilde, temelden ve acilen özgürlükçü ve inanlara saygı çerçevesinde bir çözüm üretilmesi gerektiğini düşünüyorum.

2 Ağustos 2014 Cumartesi

Fitne ortamında ne yapmalı?

Değerli Okuyucu,
Son zamanlarda müslüman toplumların üst üste yaşadığı ve tahlil etmeye imkân bırakmayacak kadar hızlı gelişen olaylar, hepimizin daha uyanık ve beraber olmasını önemli kılıyor. Bu konuda söyleyecek ve dertleşecek çok şeyim var. Fakat burada buna imkân yok. Kısa yazmak da ister istemez genelleme ve yakınsama yapmaya mecbur bırakıyor. Yine de (pek kısa olmasa da) meramımı anlatmaya çalışacağım…

Kendi toplumumuz başta olmak üzere, İslam alemindeki entellektüel birikimimizi gruplayacak olsak, elde neredeyse sadece stratejist araştırmacı-yazar grubu ile din alimleri kalıyor (maalesef)… Stratejistlerin kapasitesi, BATI'nın üzerimizdeki oyunlarını mahirce tespit etmek ve hilelerinin ne kadar sinsi ve akıllıca olduğunu ortaya koymaktan öteye gitmiyor. Din alimlerimiz ise güncel olayları değerlendirirken, sadece en temel kavramları (hak-batıl, Musa-Fravun, vs) kullanıp somut bir yol göstermekte zorlanıyor. Stratejistlerimiz din ilimlerini bilmiyor, din alimlerimiz de strateji ve siyaseti bilmiyor. Bu tuzakların ortadan kaldırılması için atılacak adımları, İslam ahlakına uygun ve akıllıca ortaya koymakta yetersiz kalıyorlar. Bunları izleyen müslüman topluluğu, statejistlerin çizdiği karamsar resimden ve alimlerin sürekli “biz adam olsaydık böyle olmazdı” aşağılamasından bol bol nasibini alıyor.

Bütün bu aşağılamalara mukabil gösterilen reaksiyonlar açısından müslüman toplumu gruplayacak olursak yine iki önemli grup gözlemliyorum: Kimi, stratejistlerin komplo teorilerindeki gizeme kapılıp keşfettiği şeylerin naklini (satışını) yaparak vâr olmaya çalışıyor. Kimi de 1.400 yıllık dini (itikâdî, fıkhî, siyasi) tartışmaları okuyup, eksik/aksak bilgisi ile birleştirip günümüzün cahil bırakılmış Müslümanlarına gevurun yapmadığı aşağılamayı yaparak vâr olmaya çalışıyor. İçerikleri farklı olsa da, her iki yaklaşımda da aşağılık kompleksinin sonucu olarak bir vâr olma (benlik) kaygısı taşıdığını düşünüyorum. Sayıları daha az da olsa, her iki yaklaşımı da takip eden bir gruptan da söz edebiliriz. Bunlar dışında elbette daha mutedil ya da başka türlü defektleri olan reaksiyonlar da var; ancak sesini yeterince çıkartamadığından tahlile değer bulmadım.
Bu vesileyle kısaca sıradan bir müslüman olarak tercih ettiğim yolu paylaşmak istiyorum:

**********************
**********************
TESPİT
1.            Fitnenin Varlığı
a.    En çok Müslüman kanını yine Müslümanların akıtmasına neden olan yaygın, çok güçlü bir fitne ortamındayız.

2.            Fitne için kullanılan argümanlar:
a.    Aidiyet duygusu üzerinden Mezhep/Ekol çatışmalarının kullanılması: Tarihte kuruluşları dini gerekçe ve ihtiyaçlarla da olsa, büyük ölçüde siyasi mülahazalarla yaygınlaşmış ve sonra da yine siyasi çekişmeler sayesinde çatışmış mezhep ve ekoller, uygun coğrafyalarda mümkünse kan dökülerek palazlandırılıyor. Şii-sünni, alevi-sünni, sufi-selefi, eş’ari-maturidi, ehl-i sünnet-mutezile(/hariciler, vs), müteahhirin-mütekaddimin, vs çatışmaları, en meşhur ve dead-lock durumlar alevlendiriliyor.
b.    Çözüm bulma ve bilgiye ulaşma farklılıkları: Farklı gerekçelerle çatışıp duran Müslüman toplumlarda, sorgulayan ve ehl-i vicdan olan azınlık bir grup çözüm için yol arayıp duruyor. Ancak bu defa, “doğruyu bulma” adına takip edecekleri yollardaki farklılıklar başka bir tartışma ve dolayısıyla fitne unsuru karşılarına olarak çıkıyor. Bunların başlıcaları, bilginin türü (dini-dünyevi), bilginin kaynakları, rivayet-dirayet meselesi, Kur’anı anlama yöntemi, meşru tefsir yöntemleri, edille-i şer’iyye, Kitap-sünnet dengesi, İslami ilimler metodolojisi gibi konular. Bunların önemli bir kısmı, mezhep tartışmalarının da malzemesi, ama genellikle kendi mezhebinin görüşünden ve delillerinden haberdar olmayan bir kitle tarafından farklı başlıklar altında tartışılıp gidiyor.
c.     Siyasi ve aktüel konular: Müslümanların gündemini meşgul eden, ama temel bilgi ve basit yöntemlerle başa çıkılması mümkün olmayan pek çok kavram var. Dinler arası diyalog, ehl-i kitap, biat-intisap, mensubiyet (cemaat, tarikat, vb), millet, devlet, ümmet, hilafet, imamet, siyaset, siyasi İslam, şeriat, din-devlet ilişkisi, Müslümanlar arası savaş ve meşruiyet sınırları, cihad ve cihadın meşru sınır ve yöntemleri, Hak, batıl, laiklik, demokrasi, hümanizm, özgürlük, çağdaşlık, vb kavramlar. Bu konular da, Müslümanların tartışmalarının önemli bir bölümünü oluşturmakta ve genel kabul görmüş bir çerçeve belirlenememekte.

3.            Fitnenin çözümünü zorlaştıran sebepler:
a.    Fitnenin tarafları arasında, kendi yolunu mutlak HAK, diğerlerini mutlak BATIL görecek kadar bağnaz olanların sayısı hiç de az değil.
b.    Fitnenin çözümü konusunda İslam tarihindeki örnekler, ilim ve siyaset bilgisinin birlikte kullanılmasını gerektiğini gösterdiği halde, her ikisini bir araya getirebilen kanaat önderleri yok denecek kadar az.
c.     Fitnenin dead-lock özelliği: Fitne, çözümü için koşuşturanların bile rüzgarlarıyla alevini palazlandırdığı bir fenomen. Nitekim barış ortamındaki Müslümanlar arasındaki tartışmalarda belirli bir nezaketle meseleyi ele almaya başlasan bile, kavram düzlemi, bilgi dağarcığı ve usûl farklılıkları nedeniyle sonunda iki tarafın birbirini tekfir edebildiği onlarca örnek yaşanıyor. Savaş olan ülkelerde ise elinde silah olan iki grup karşılaşınca barış ortamındakilerin teorisini fiiliyata geçirip birbirlerinin kanını helal sayabiliyor.
d.    Tartışmaya uygun olmayan ortamlar: Tartışmaların çoğu “doğruyu arama adına” hiç de sağlıklı olmayan bir ortam olan sosyal medya üzerinden yapılıyor.
e.    Alimlerin ilim meclislerinde tartışmak yerine medyayı kullanması: Farklı görüşler kaçınılmaz. Ancak çoğu âlim kendi taraftan ve şakşakçı kitlesi ile avunup cakasını atıyor. Bir araya gelip, bir hakem heyeti nezaretinde görüşlerini delilleriyle masaya yatırma ve hakikati arama geleneği neredeyse kayboldu.
f.      Tartışma yöntemlerini bilmemek: Tartışmalarda mefhumun muhalifi ile hüküm verme, bir konuyu bağlamadan başka konuya atlama gibi hatalar yaygın şekilde yapılıyor. Taraflar, üstün çıkma kaygısıyla olayı ve yanlışı değil, yanlış yapanı hedef alan ifadeler kullanıyor.
g.    Eleştirinin münazara ve mütalaanın yerini alması: Modern bir kavram olarak eleştiri, en temel özgürlüklerimizden biri olarak kalplerimize yerleşti. Eleştiri yapmak, bir şey bildiğimizi belli etmenin, benliğimizi ve varlığımızı ispat etmenin yegâne yolu olmaya başladı. Okur-yazar takımımıza sirayet eden bu hastalık sayesinde Hakkı aramak yerine, her yaklaşım ve davranış içindeki Batılı bulmak ve eleştirmek; ne yapacağımız yerine, ne yapmayacağımızın anlatılması yaygınlık kazandı. Ahlaklı değil, ahlakçı ve suçlayıcı; muvahhid değil, tevhidçi ve tekfirci; farklılıklara tahammül gösteren, sabreden ve Hakk’a davet eden değil, batılla savaş adına Müslümanların çoğuna yumruk sıkan bir görünüm kazanmaya başladık.
h.    Ümmetin mirasına saygının azalması: Neredeyse sınırsız bilgiye, saniyeler içerisinde erişebilme imkânı, eleştiri özgürlüğü ile sarhoş entelektüel züppeliği yaygınlaştırdı. Bunlar, hızlarını alamayıp, insaf ve itidalden uzak şekilde eski âlim ve hâkîmlerin bilgilerinin kısıtlılığı ve bariz (!) hataları üzerinden İslam mirasında neredeyse lafı dinlenir bir alim bile bırakmadılar. Kusursuz âlim yok elbet; ama sadece Google hocadan icazet almış, usul ve terbiyeden yoksun kişilerin, Hak adına verdikleri tahribat, eleştirdikleri hususlardakinden çok daha büyük. Bu züppe davranışları sergileyenler, kendilerinin de aynı düzlemde eleştirilebilecekleri yeni hiçbir şey inşa etmiyor/edemiyor, alternatif üretmiyor, mesailerini sadece tahrip ve yıkıma harcıyorlar.
i.      Ahirete imanın azalması: Özellikle Internet ortamında yaptığımız düşüncesiz paylaşımlar, tekrarlana tekrarlana artık şeytanın vesvesesine hacet bırakmayacak bir boyuta ulaştı ve ahlak haline geldi. Müslümanları küfür, şirk, bidatçilik, ihanet ve sapıklıkla itham etmenin ağır vebali tuşlara dokunurken hiç aklımıza gelmiyor. “Her duyduğunu söylemesi kişiye günah olarak yeter” diyen Peygamber (A.S.) uyarısı bile, bu tür durumlar için çok naif kalıyor. Kabarmış nefisler, başkasının ahlaksızlığından kendine ahlak, başkasının şirk ve küfründen kendine iman çıkartmaya çalışıyor. Fiilin medya üzerinden yayılıyor olmasının cezayı ağırlaştırıcı etkisi gözden kaçıyor. Bunların her birinin hesabının verileceği unutuluyor.

**********************
**********************
DEĞERLENDİRME
Yukarıdaki tespitlerin hiçbiri, bu tartışmaları yapmayalım, kendi haline bırakalım anlamına gelmiyor (yukarıda işaret edildiği üzere, mefhumun muhalifine göre hüküm çıkarılmasın lütfen). Bunlar, farklı ortam ve gruplarda gözlemlediğim, herhangi bir mezhep, cemaat ve siyasi görüş mülahazasından bağımsız olarak Müslümanca bakmaya çalıştığımda gördüğüm şeyler.
Yapmaya çalıştığım şey, bu hataları yapan kişilerin şahsiyetlerinin suçlanması değil, bu hataların tespiti ile nefsim ve diğer failler için ikazdır.

**********************
**********************
ÇÖZÜM
Yukarıdaki tespitler arasında bağıl ilişkiler var. Ayrıca bunların herkesteki tezahür şekli ve şiddeti farklılık gösteriyor. Bu nedenle kişiye ve duruma özel reçete bulunmalı, bunu herkes kendi nefis için düşünmeli ve çözüm aramalı. Belki yol gösterir diye benim şahsen uygulamaya gayret ettiğim ve şimdiye kadar fitne ortamı için de Kur’an ve sünnetin tavsiye ettiğini zannettiğim (ve hala aradığım) yöntemler şunlardır:
1.            İDDİA SAHİBİ OLMA!
a.    Kendini ve bildiğini hiçbir zaman Hak yerine koyma,
b.    İslam’ın çerçevesini senin belirleyebileceğin yanılgısına düşme!
c.     Doğruyu bulduğun inancına kapılma. En doğru yol, doğruyu arama yoludur.
d.    Bulduğun bir doğruyu paylaş, davet et, ama bilginin kısıtlı, yönteminin de alternatiflerinin olduğunu ve dolayısıyla başka doğruların olabileceği ihtimalini göz ardı etme.

2.            FİTNENİN TARAFI OLMA!
a.    Fitnede yürüyen koşandan, oturan yürüyenden daha hayırlıdır. Olabildiğince tartışmadan uzak dur.
b.    Yapabileceğin tek şey, taraf tutmamak ve taraflara itidale çağırmaktır.
c.     Bu çağrın, kendini Hak yerine koymanın ifadesi değil, tarafların kendini Hak yerine koymamaları şeklinde uyarı mahiyetinde olmalıdır.
d.    Bu uyarıyı her iki tarafa da yapmalısın ve gerektiği kadar kesin, net ve fitneyi göze çarpıcı ifadeler kullanmalısın.
e.    Kaçınılmaz şekilde bu fitnenin bir tarafı olarak algılanırsan, senden başkasına zarar gelmesin, başına gelecek zarara da razı olasın…

3.            İTHAM ve ELEŞTİRİ DİLİNİ TERKET!
a.    Ya hayır söyle, ya da sus!
b.    Din nasihattir, itham ve suçlama değildir.
c.     Fitneyi alevlendiren en büyük hata, kendini hak yerine koymandır. Bu hastalığının sonuçlarından olan eleştiri ve itham alışkanlığından kurtul.
d.    Tekfir, yok edici ve ahireti mahvedici bir hastalıktır. Yapma, yapanları ikaz et.
e.    Allah katında üstün olan takva sahibi olanlardır. Sakınmadan, düşünmeden hareket etmek ahiretine zarar verir.

4.            ÖNCE KENDİN YAŞA!
a.    Amel etmediğini söyleme, söylediğinle amel et.
b.    Din, senin de içinde yer aldığın insanlara geldi. Kendisinden yararlanamadığın ahlakı, dini ve tevhidi başkasına pazarlama.

5.            TEKDÜZELİKTEN YANA OLMA!
a.    İslam’ın hayatla ahenkli olduğunu ve farklılıkları içinde barındırabileceğini unutma.
b.    Meslek, meşrep ve kültür farklılıkları nedeniyle farklı eğilimleri olan ve İslam’ı farklı ağırlık merkezleriyle ele alıp yaşayan samimi Müslümanların varlığını normal karşıla.
c.     Canlı olarak gözlemi en iyi hac ve umrelerde yapılabilen farklılıkların uyumunu, değerli ve zenginlik kabul et. Kendine benzemeyeni de sevmeyi öğren.

6.            BİREY OL, CEMAATE KATIL!
a.    Birey ol, aklını ve vicdanını kullan, ama cemaatleşmeyi küçümseme, inkâr etme.
b.    Bu düsturlara uyan bireyleri bul ve onlarla cemaat ol, fitneye karşı itidal davetini yaygınlaştır.

Bütün bu yöntemlerin, en temel yöntem olan "iddia sahibi olmama” ile uyumlu olması son derece önemli. Bu nedenle öneriler, herhangi bir ihtilafta hangi tarafın doğru olduğunu söylemekten çok, sadece ihtilafın giderilmesi ve fitnenin ortadan kaldırılması için yöntem konusunda bir yaklaşım içeriyor. Kanaatimce, ortada eleştiri yapmanın dayanılmaz zevki varken, böyle erdemli bir yolu seçmek ciddi bir mücahede gerektirir. Bu şekilde yaşayabildikten ve en temel İslam inanç kaidelerine uyulduktan sonra mezhep, meşrep, cemaat, siyasi görüş, vb farklılıkların önemi kalmayacak ve sahih bir iman sahibi olunabilecektir diye düşünüyorum. Şurası çok önemli: İddia sahibi olmamak, bilgisizlik, çaresizlik ve alternatifsizlikten seçilen ve pasifist bir yol değildir. Aksine, aramaya devam etmek şeklinde dinamik bir yoldur ve fitnenin taraflarını itidal ve birliğe davet etmek adına da bilinçli ve faziletli bir tercihtir.

1 Mart 2014 Cumartesi

Sağlıkta Ar-Ge Olanakları

(Bu yazı SD Platform dergisinin 30. sayısında Mart 2014'te yayınlanmıştır)
Son yılların popüler kavramı Ar-Ge. Herkeste “iyi/faydalı bir şey” olduğuna dair duygular uyandıran bu kavram, belki de bu özelliği nedeniyle faydalı görülen tüm çalışmalara ad olarak kullanılabiliyor. Siyasi partilerden, derneklere, futbol kulüplerinden kamu kurumlarına kadar çok çeşitli organizasyonların teşkilat şemaları arasında Ar-Ge birimini görüyor olmamız da bu kavramı oldukça farklı şekillerde algılamamızın sonuçlarından biri sanırım. Ancak işin aslına baktığımızda, bu kurumların çoğunun, içerisinde araştırma ve bir şekilde geliştirme içeren her türlü faaliyetlerine Ar-Ge adı vererek yaptıkları işe bir çeşit büyü katmaya gayret ettiğini söylemek sanırım abartı olmayacaktır.

Bu nedenle, bu yazıda genelde ülkemizdeki Ar-Ge desteklerinden ve özelde de sağlık alanındaki -Ge faaliyetlerinden bahsetmeden önce formal olarak Ar-Ge kavramını tanımlayacağız. Sağlık alanında Ar-Ge yapmak isteyenlerin, nereden başlayabileceklerine dair ipuçlarını da bu yazıda bulacaklarını ümit ediyorum.


Ar-Ge nedir?
Ar-Ge konusunda en temel referanslardan birisi ilk defa 1963 yılında OECD ülkelerinin uzmanlarınca hazırlan Frascati Kılavuzu’dur. Bilgiye dayalı ekonominin gelişimine paralel olarak önem kazanmaya başlayan Frascati Kılavuzu, ülkelerin bilim, teknoloji ve yenilik sisteminin planlanmasında önemli bir başvuru kaynağıdır. Bu kılavuzdaki Ar-Ge (Araştırma ve Deneysel Geliştirme) kavramı şu şekilde tanımlanır [1]:
Araştırma ve deneysel geliştirme (Ar-Ge), insan, kültür ve toplumun bilgisinden oluşan bilgi dağarcığının artırılması ve bu dağarcığın yeni uygulamalar tasarlamak üzere kullanılması için sistematik bir temelde yürütülen yaratıcı çalışmalardır.

TÜBİTAK’ın Ar-Ge tanımı da buna oldukça benzerdir [2]:
Ar-Ge (Araştırma ve Deneysel Geliştirme), insan, kültür ve toplumdaki bilgi stokunu artırmak ve bu bilgi stokunu yeni uygulamalarda kullanmak için yapılan sistematik temelli yaratıcı çalışmalardır.

Bu tanımlardan, Ar-Ge çalışmalarının “sistematik” olması gerektiğini ve insan, kültür ve toplumdaki bilgi stokunu artırıcı bir etkiye sahip olduğunu ve yine bu bilgileri “yeni” uygulamalarda kullanmayı amaçladığını anlıyoruz. Yine anlıyoruz ki, ne kadar iyi, faydalı ve nitelikli bir çalışma olursa olsun, bu tanıma uymayan faaliyetler Ar-Ge değildir.

Türkiye’de Devlet Destekli Ar-Ge Programları

Ülkemizde Ar-Ge faaliyetlerindeki devlet desteği her geçen yıl artıyor. Açık söylemek gerekirse, sadece Ar-Ge yapmak değil; Ar-Ge yapılacak alanları belirlemek ve Ar-Ge destek programlarını kaliteli bir şekilde yönetmek bile yıllar içerisinde edinilebilen bir kültürdür. Ülkemizin son 12 yıl içerisinde bu alanda ciddi mesafe kat ettiğini tecrübeye dayalı olarak ifade edebilirim. Aslında bu gerçeğin gösterilmesi için birilerinin tecrübesine referans vermeye hiç hacet yok. Sadece TÜBİTAK tarafından verilen desteklerin yıllara göre miktarları bile bu gerçeği açıkça ortaya koymaktadır. Yazının sonraki başlıklarında bu istatistiklerden bazılarını paylaşacağım. Ancak önce, ülkemizde Ar-Ge desteği veren devlet kurumlarından ve destek programlarından kısaca bahsetmek istiyorum.


TÜBİTAK
TÜBTAK, bilimsel ve teknolojik araştırma konusunda öncü gücümüz. Son yıllarda yürüttüğü çalışmalar ve disiplini ile gerçekten iftihar edeceğimiz işler başarıyor. Başvuru, değerlendirme ve proje destek süresindeki ilerlemelerin tamamını elektronik olarak takip edebiliyorsunuz. Internet sitesinde, her bir Ar-Ge destek programı hakkında detaylı tanıtımlar, başvuru adaylarını teşvik edici ifadeler ve onları sık yapılan hatalardan koruyucu uyarılar bulmanız mümkün. TÜBİTAK tarafından desteklenen programlar, ulusal ve uluslararası olmak üzere iki sınıfta inceleniyor [3]. Genellikle başlarındaki kod numaraları ile de anılan bu destek programlarının isimleri aşağıda yer almaktadır:

Ulusal Destek Programları
1512 - Girişimcilik Aşamalı Destek Programı
1301 - Bilimsel ve Tekn. İşblğ. Ağları ve Platf. Kurma Girişimi Proj. (İŞBAP)
1501 - TÜBİTAK Sanayi Ar-Ge Projeleri Destekleme Programı
1503 - Proje Pazarları Destekleme Programı
1507 - TÜBİTAK KOBİ Ar-Ge Başlangıç Destek Programı
1511 - TÜBİTAK Öncelikli Alanlar Araştırma Teknoloji Geliştirme ve Yenilik P. D. P.
1514 - Girişim Sermayesi Destekleme Programı (GİSDEP)
1602 - TÜBİTAK Patent Destek Programı
1505 - Üniversite-Sanayi İşbirliği Destek Programı
1007 - Kamu Kurumları Araştırma ve Geliştirme Projelerini D.P.
1601 - Yenilik Girişimcilik Alanlarında Kapasite Artırılmasına Yönelik D.P.
1513 - Teknoloji Transfer Ofisleri Destekleme Programı
Uluslararası Destek Programlar
AB 7. Çerçeve Programı
1509 - TÜBİTAK Uluslararası Sanayi Ar-Ge Projeleri Destekleme Programı


Görüldüğü üzere TÜBİTAK, kamudan özel sektöre, üniversiteden bireysel girişimciye kadar “yenilik” ve inovasyon peşinde olan tüm paydaşlara farklı programlarla destek olmaktadır. Aşağıdaki istatistikler, TÜBİTAK’ın son yıllarda sağladığı desteğin nasıl çoğaldığını çok net bir şekilde ortaya koymaktadır:

1995’ten 2012 yılına kadar TÜBİTAK tarafından desteklenen firma ve projelerin sayı ve oranları Tablo 1’de belirtilmektedir. Yapılan bu başvurularda projelerin ve firmaların başarı oranları ise Tablo 2’de yer almaktadır.

Bu süre içerisinde TÜBİTAk tarafından verilen destek miktarı 2,9 Milyar TL’dir (2012 sabit fiyatlarıyla). Desteklenen projelerin firmalar tarafından karşılanan bölümleriyle birlikte toplam Ar-Ge hacmi ise 5,6 Milyar TL’ye ulaşmaktadır.
 
Görüleceği üzere, yapılan başvuruların ve başvuru yapan firmaların başarı oranı yarıdan oldukça fazladır. Bu rakamları, başvuruların her geçen yıl daha da arttığı bilgisi ile birlikte değerlendirdiğimizde, destek miktarlarının da aynı oranda arttığı şeklinde yorumlayabiliriz. Şekil 1 ve Şekil 2’deki grafikler de bize son 10 yılda desteklerle proje başvurularının nasıl artığını göstermektedir. Bu grafikler, ayrıca 1995-2012 arasında verilen desteğin de önemli bir kısmının aslında yine son 10 yılda (2002-2012 arasında) verildiğini ortaya koymaktadır.

TÜBİTAK’ın, sağladığı bu destekler sayesinde ülkeye sağladığı belki de en önemli faydaların başında, üniversite sanayi işbirliğini artırması gelmektedir. Nitekim akademisyenler hem bu projelerin içerisinde yer almakta; hem de tüm bu projelerin değerlendirme (hakemlik) ve izleme süreçlerinde rol oynamaktadırlar. Bu sayede sektörün ne tür projelerle uğraştığı, hangi problemleri çözmeye çalıştığına dair çok yakın temas kurma imkânı bulabilmektedirler. 2002-2012 yılları arasında TÜBTAK tarafından desteklenen projelerde hakem/izleyici olarak yer alan akademisyenlerin sayısı Şekil 3’te belirtilmektedir.

Şekil 4’teki grafikten, 1995-2012 yılları arasında projelerde görev alan akademisyenlerin görev aldıkları üniversitelere göre dağılımına baktığımızda ise ilk 5 üniversitenin toplamın %43’üne ulaştığını görmekteyiz.


Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı
Cumhuriyet tarihi boyunca, iktisat, ticaret ve sanayii alanında bakanlıklarımız hep oldu. Bu bakanlıklar kimi zaman birleşti, kimi zaman ayrıldı, ama aralarında bilim ve teknolojiyi hiçbir zaman alamadılar. Nihayet, bilim ve teknolojinin sanayi ile buluşması 2011’de Bilim Sanayii ve Teknoloji Bakanlığının kurulmasıyla mümkün olabildi.

Bakanlığımız kurulduktan sonra daha önce Başbakanlığa bağlı olan TÜBİTAK da Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığının “ilgili kuruluşu” haline getirilmiştir. Böylelikle TÜBİTAK, bir yönüyle bağlı olduğu yerin yetkileri açısından bir düşüş yaşamış gibi görünse de, doğrudan bilim ve teknolojiye odaklanan bir bakanlığın var olmasının orta-uzun vadede TÜBİTAK’ın etkinliğini de artıracağına inanıyorum.

Nitekim bu birleşmeden sonra, daha önce Sanayi Bakanlığı ile TÜBİTAK arasında Ar-Ge projelerine verilen destekler açısından gözlemlenen bazı kesişmeler de yavaş yavaş ortadan kalmaya başladı. Örneğin daha önce Sanayi Bakanlığı, sanayinin gelişmesi için firmalara ek olarak Üniversitelere de Ar-Ge desteği veriyorken, TÜBİTAK da üniversitelere ek olarak sanayinin gelişmesi için şirketlere de destek vermekteydi. Aynı amaçlar için her iki paydaşın da desteklenmesinin kaçınılmaz olduğu bu durumda, ortak bir planlama yapılamaması zaman zaman sorunlara neden olabilmekteydi. Bu birleşme ile ortak planlar yapılmaya ve Ar-Ge destekleri konsolide edilmeye başlandı.

Baktığımızda Bilim Sanayii ve Teknoloji Bakanlığının üç temel alanda Ar-Ge destek ve teşviki sağladığını görmekteyiz. Bu üç alan da aslında bakanlığın kuruluşundan daha önce, 2008’de çıkartılan 5746 sayılı kanunla tanımlanmıştır. Bunlar;
·     Ar-Ge Merkezleri,
·     Rekabet Öncesi İşbirliği Projeleri ve
·     Teknogirişim Sermaye Desteği’dir.
Bu üç alana giren temel desteklerden bazılarını biraz daha yakından incelemekte fayda var.

Ar-Ge Merkezleri
Bünyesinde en az elli Ar-Ge personeli istihdam eden şirketlerin tesis edebildiği birimlerdir. Ar-Ge merkezleri çeşitli vergi indirimlerinden ve teşviklerden yararlanabilmektedirler. Bu nedenle bünyesinde zaten bu büyüklükte birim barındıran şirketler, kendi Ar-Ge merkezlerini tesis ederek yaptıkları çalışmaları ulusal anlamda kayıt altına da almış oluyorlar.

Bakanlığın sitesinde yer alan bilgilere göre, Mart 2014 itibariyle aktif 155 işletmenin Ar-Ge Merkezi mevcuttur. [4] Ar-Ge Bu işletmelerin, toplam Ar-Ge Personel sayısı 14.837, işletmeler tarafından yapılan Ar-Ge harcaması ise 4,80 milyar TL'dir. [5]


Teknoloji Geliştirme Bölgeleri
Bakanlığın tanımına göre Teknoloji Geliştirme Bölgesi; “yeni veya ileri teknolojide mal ve hizmet üretmek isteyen girişimcilerin, araştırmacı ve akademisyenlerin sınaî ve ticari faaliyetlerini üniversitelerin yanında veya yakınında yürütebilmelerine ve bu üniversitelerden yararlanabilmelerine imkân vermek için kurulmuş akademik, sosyal ve kültürel sitelerdir.” [5] Temmuz 2001’de yürürlüğe giren Teknoloji Geliştirme Bölgeleri Kanunu sayesinde geride bıraktığımız 13 yıl içerisinde çok ciddi bir mesafe kat ettiler. Teknoloji Geliştirme Merkezleri, yaygın adıyla teknoparklar, Ar-Ge Merkezleri kurmak suretiyle sadece büyük işletmelerin yararlanabildiği imkânları daha küçük işletmelere ulaştırmak açısından son derece önemli bir rol oynamaktadır.

Teknogirişim Sermayesi Desteği
5746 Sayılı Kanun kapsamında sağlanan Teknogirişim Sermaye Desteği ile yeni ve yenilikçi iş fikirleri olan genç girişimcilerin, bu iş fikirlerini katma değer ve nitelikli istihdam yaratma potansiyeli yüksek teşebbüslere dönüştürebilmeleri için çekirdek sermaye sağlanarak desteklenmesi amaçlanmaktadır. [6]

Sağlıkla İlgili Ar-Ge Destekleri
Sağlık alanında Ar-Ge faaliyeti yürütmek isteyen üniversitelerin ve firmaların yararlanabileceği kaynaklar hâlâ oldukça yetersiz. Bu konuda bir şeyler yapmak isteyenlerin erişebilecekleri hangi imkânlar var, kısaca inceleyelim.

Sağlık Ar-Ge Merkezleri
TÜBİTAK ve Bilim Sanayii ve Teknoloji Bakanlığının vermiş olduğu Ar-Ge desteklerinin içerisinde Sağlıkla ilgili olanların oldukça az olduğunu söylemeliyiz. Örneğin, TÜBİTAK tarafından 1995-2012 tarihleri arasında verilen tüm desteğin sadece %3’ü biyo-teknoloji alanındadır. [7] Benzer şekilde Bilim Sanayii ve Teknoloji Bakanlığının ruhsat verdiği 155 Ar-Ge merkezinden sadece isimleri aşağıda belirtilen 8 tanesi (yani %5’i sağlıkla ilgilidir ve onlar da sadece ilaç üretimi ile ilgilenmektedirler.
·        Abdi İbrahim İlaç Sanayi ve Ticaret A.Ş.
·        Bilim İlaç Sanayi ve Ticaret A.Ş.
·        Zentiva Sağlık Ürünleri Sanayi ve Ticaret A.Ş.
·        Deva Holding A.Ş.
·        Mustafa Nevzat İlaç Sanayi A.Ş.
·        Koçak Farma A.Ş
·        Sanovel İlaç A.Ş.
·        Nobel İlaç A.Ş
Eğer sağlık alanında Ar-Ge faaliyeti yürütüyor ve en az elli Ar-Ge personeliniz varsa, kendi Ar-Ge Merkezinizi kurabilirsiniz.

TÜBİTAK - Öncelikli Alan Çağrıları
Öncelikli alan çağrıları, TÜBİTAK’ın ülkemizin genel gelişme stratejileri ile uyumlu olarak desteklenmesi gereken stratejik alanlara özel çıkarttığı özel bir destek programıdır. İlk olarak 2012 yılında program kapsamında Enerji, Gıda, Makine İmalat, BİT ve Otomotiv öncelikli alanlarında toplam 22 çağrı yayımlanmış, 682 ön başvuru alınmış, 337 proje öneri başvurusu alınmış ve 177 adet projenin desteklenmesine karar verilmiştir. 2013 yılı ilk çağrıları Enerji ve BİT öncelikli alanlarında olmuştur.

Bütün bu güzel gelişmelere rağmen, sağlık alanındaki destek oranı ancak TÜBİTAK’ın 2013 yılında sağlığı “öncelikli alan” statüsüne çıkarması ile bir nebze olsun artmaya başlamıştır. TÜBİTAK BTYK’sının 25. Toplantısında alınan bu kararın metni şöyledir: “Sağlık alanının, Ulusal Bilim, Teknoloji ve Yenilik Stratejisi 2011-2016 kapsamında ivme kazanmamız gereken alanlardan biri olarak belirlenmesine karar verilmiştir” [8]. Bu kararın gerekçesinde ise şu çarpıcı tespitler yer almaktadır:
Sağlık alanı, dünyada en çok Ar-Ge yapılan sektörlerden biridir. Sağlık alanında ABD’de 57 Milyar Dolar, AB’de 31 Milyar Dolar, Japonya’da ise 18 Milyar Dolar Ar-Ge harcaması yapılmaktadır.
Ülkemizde, sağlık sektörü Ar-Ge harcamasının sektörel dağılımı incelendiğinde yükseköğretim tarafından sağlık bilimleri alanında yapılan Ar-Ge harcaması 1,7 Milyar TL iken özel sektör Ar-Ge harcaması 197 Milyon TL olarak gerçekleşmiştir.
Sağlık alanında kendi Ar-Ge’mizle geliştirilen ürün sayısı son derece sınırlıdır. Bununla birlikte ülkemizde ilaç sektöründe ihracatın ithalatı karşılama oranı gelişmiş ülkelere kıyasla oldukça düşüktür.* 2011 yılı itibarıyla ilaç sektöründe 5 Milyar TL ithalat ve 595 Milyon TL ihracat yapılmakta ve yaklaşık 4,5 Milyar TL dış ticaret açığı bulunmaktadır. Tıbbi cihazlar sektöründe de 1,7 Milyar TL ithalat ve 187 Milyon TL ihracat yapılmakta ve 1,5 Milyar TL’den fazla dış ticaret açığı bulunmaktadır.
Özetle, ülkemizde sağlık alanındaki Ar-Ge ve yenilikçilik faaliyetlerine ivme kazandırılması ve ekosistemin güçlendirilmesi gerekmekte; kendi ilaçlarını, molekülünü ve tıbbi cihazlarını üreten bir ülke olabilmemiz için öncelikli alanlar listesine eklenmesinin uygun olacağı değerlendirilmektedir.
*Araştırmacı İlaç Firmaları Derneği (AİFD), 2012

Görüleceği üzere TÜBİTAK çok doğru tespitlerle yerinde bir karar almış ve ilk olarak 2013 yılı ikinici yarısında açılan bir çağrı ile “Biyomedikal Ekipman, Tıbbi Tanı Kitleri, Biyo-Malzeme ve Aşı” alt başlıklarıyla proje üretilmesini teşvik etmiştir. Bu serinin devamı olarak 2014 yılı içerisinde de yine sağlık alanında açılan ve 16 Haziran 2014’e kadar açık kalan çağrı alanları arasında “Biyomedikal Ekipmanlar- Ameliyathane Robotları ve Cerrahi Aparat/Cihazlar” yer almaktadır.


Sağlık Bakanlığı ve Sağlıkta Ar-Ge
Sağlık Bakanlığı, on 12 yıldaki gelişimini, Ar-Ge konusunda da teorik planda iyi bir zemine oturtmaya çalışmaktadır. Pratikte hâlâ bazı sorunlar yaşansa da, bu alana verilen önem ortadadır ve yeni başarı hikâyelerinin ortaya çıkması gayet mümkün görünmektedir. 

Stratejik Plan
Baktığımızda, Sağlık Bakanlığı’nın 2010-14 Stratejik Plan’ında Ar-Ge ile ilgili hedef ve stratejilerinin şu şekilde yer aldığını görmekteyiz:
SH 2.5. Sağlık hizmetlerinin iyileştirilmesi kapsamında, Ar-Ge çalışmaları ve bilimsel yayınları desteklemek 
2.5.1. Sağlık Bakanlığı Ar-Ge Birimi’nin kurumsal yapısını güçlendirmek ve personel kapasitesini geliştirmek
 Hedefe Yönelik Stratejiler
·        Farmakogenomik, Gen Tedavisi ile İlgili Araştırmalar, Genetik Tanı ile İlgili Araştırmalar,  Kök Hücre Araştırmaları / Hücre Tedavisi İle İlgili Araştırmalar, Minimal İnvaziv Cerrahî Araştırmaları, Biyoteknoloji ve Gen Teknolojileri, Mekatronik, Nanoteknoloji ve benzeri konularda kapasite geliştirilecek,
·        Kamu, üniversite ve özel sektör işbirliğiyle Ar-Ge projeleri geliştirilecek, kurumlar arası eşgüdüm sağlanacak,
·        Sağlık alanında görev yapan uluslararası kuruluşlarla işbirliği alanları ve projeler geliştirilecektir
Görüleceği üzere Bakanlık daha önce olmadığı kadar net bir şekilde Ar-Ge ile ilgili yapacağı çalışmaları hedef olarak belirlemiştir. Aynı planda, bu hedeflere nasıl ulaşacağına dair göstergeler de şu şekilde yer almaktadır.

Performans Göstergesi
Mevcut Durum - 2008
Ulaşılmak İstenen Performans Hedefleri - 2014
TÜBİTAK tarafından desteklenen (SB (Ar-Ge)- KAMAG) proje sayısı
Proje sayısı: 8+2=10 (Projelerin 8’inde SB tek başına müşteri kurum, 2’sinde ise ortak müşteri kurumdur)
En az 10 adet projeyi tamamlayarak uygulamaya geçmek. Desteklenen proje sayısını %100 artırmak

Açıkçası yukarıda belirlenen hedefe ulaşmayı sadece KAMAG (Kamu Ar-Ge) projesi sayısı temsil etmek biraz yetersiz kalmaktadır. Ayrıca, Bakanlığın tamamladığı ve devam eden KAMAG projelerine göz attığımızda, bu hedefin biraz gerisinde kaldığını da söylemek durumundayız [9]:

Proje Durumu
Adet
Uygulama Aşaması Tamamlanan KAMAG Projeleri (Haziran 2012 İtibariyle)
1
Sonuçlanan Ve Uygulama Aşamasında Olan KAMAG Projeleri (Haziran 2012 İtibariyle)
7
Yürütülen KAMAG Projeleri (Haziran 2012 İtibariyle)
3


Sağlık Araştırmaları Genel Müdürlüğü
Sağlık Bakanlığı, bağlı bulunan kuruluşların ve icracı birimlerin Ar-Ge ihtiyaçlarını koordine etmesi ve KAMAG projelerinde koordinasyonu sağlaması amacıyla Sağlık Araştırmaları Genel Müdürlüğü adıyla yeni bir yapılanmaya gitmiştir. Bakanlığın dokuz genel müdürlüğünden birisi olan Sağlık Araştırmaları Genel Müdürlüğü, bünyesinde şu daireleri barındırmaktadır [10]:
·     Araştırma ve Sağlık Sistemleri Geliştirme Daire Başkanlığı,
·     Sağlık İstatistikleri Daire Başkanlığı,
·     Sağlık Teknolojisi Değerlendirme Daire Başkanlığı,
·     Eğitim, Proje ve Ar-Ge Daire Başkanlığı,
·     Yönetim ve Destek Hizmetleri Daire Başkanlığı

Sağlık Bakanlığı Ar-Ge Hizmet Alımı Kanunu
Sağlık Bakanlığı, pek yaygın bilinmeyen ayrı bir Ar-Ge destek imkânını kendi öz bütçesi üzerinden sunmaktadır. Diğer kamu kuruluşları gibi, Kamu İhale Kanunu’na tabi olarak mal/hizmet alımı yapan Sağlık Bakanlığı, alımı yapılacak hizmet Ar-Ge niteliği taşıdığında, farklı bir alım yöntemi takip edebilmektedir. İlk olarak 31 Temmuz 2010 tarihinde 27658 sayısı Resmi Gazete ile yayınlanan 2010/646 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Sağlık Bakanlığı’na Ar-Ge hizmetlerinin alımı konusunda ciddi esneklikler sağlanmış, 1 milyon TL’ye kadar olan hizmet alımlarında Üniversitelerden doğrudan hizmet alımının yolu açılmıştır. Ardından 22 Şubat 2012 tarih ve 28212 sayılı Resmi Gazete ile yayınlanan 2012/2778 sayılı Bakanlar Kurulu kararı ile Ar-Ge hizmet alımlarında daha önceki 1 milyon TL sınırı 3 milyon TL’ye yükseltilmiştir.

Sağlık Araştırmaları Genel Müdürlüğü’nün, bu kanunları düzenleyen Sağlık Bakanlığı Ar-Ge Hizmet Alımları Genelgesi (2010/82 Ve 2013/1) kapsamında desteklenen ve sonuçlanan projelerinin sayısı 11’dir. [9]


Sonuç
Ülkemizde Ar-Ge çalışmalarındaki kapasite artışı gerçekten göz doldurucudur. Ancak toplam kapasite olarak hâlâ OECD ülkeleri arasında oldukça gerideyiz. Bu durum, sağlık alanındaki Ar-Ge faaliyetleri bazında ele alındığında daha da kötü durumdadır. Son yıllarda sağlık alanına özel çıkartılan destek ve teşvikler bu açığın kapatılmasına katkı sağlayacaktır. Ancak farkın çok büyük olması, önümüzdeki 10-20 yıl boyunca çok sıkı bir performans sergilememizi gerekli kılmaktadır. Özellikle yeni açılan üniversitelerimizin ve nitelikli akademik kadrolarımızın özel sektörle işbirliği yaparak oldukça bâkir olan bu pazarda çok güzel projeler yapacaklarına ve başarı hikâyeleri oluşturacaklarına yürekten inanıyorum.



       Şekil ve Tablolar

Tablo 1 1995-2012 arasında TÜBİTAK tarafından desteklenen firma ve projeler


Başvurulan Proje
Başvuran Firma
Desteklenen Proje
Desteklenen Firma
Sayı
Oran
Sayı
Oran
Sayı
Oran
Sayı
Oran
KOBİ
2.249
75%
6.486
91%
6.859
71%
4.081
89%
Büyük Firma
4.173
25%
662
9%
2.862
29%
501
11%
TOPLAM
16.422
7.148
9.721
4.582


Tablo 2 1995-2012 arasında TÜBİTAK tarafından onaylanan başvurular

Projelerin Destek Başarı Oranı
Firmaların Destek Başarı Oranı
KOBİ
56%
63%
Büyük Firma
69%
76%
ORTALAMA
59%
64%



Şekil 1 Proje başvurularının firma ölçeğine göre dağılımı





Şekil 2 Desteklenen başvurularının firma ölçeğine göre dağılımı






Şekil 3 Projelerin değerlendirilmesinde yer alan hakem/izleyici sayısı





Şekil 4 Projelerin değerlendirilmesinde hakem/izleyici olarak görev alan akademisyenlerin üniversitelere göre dağılımı (1995-2012)

Dipnotlar:

[1] http://www.sagem.gov.tr/daireler/egitim_ve_proje/arge/docs/frascati_kilavuzu.pdf





Kaynaklar
1) http://www.sagem.gov.tr/daireler/egitim_ve_proje/arge/docs/frascati_kilavuzu.pdf (Erişim tarihi: 01.06.2014)
2) http://www.sagem.gov.tr/daireler/egitim_ve_proje/arge/docs/TUBITAK_bilim_ve_teknoloji_kavram_ve_terimleri.pdf (Erişim tarihi: 01.06.2014)
3) http://www.tubitak.gov.tr/tr/destekler/sanayi/ulusal-destek-programlari (Erişim tarihi: 01.06.2014)
4) http://sagm.sanayi.gov.tr/Files/Documents/ar-ge-merkezleri-ozet-bil-1132014193610.pdf (Erişim tarihi: 01.06.2014)
5) www.sanayi.gov.tr (Erişim tarihi: 01.06.2014)
6) http://sagm.sanayi.gov.tr/ServiceDetails.aspx?dataID=217 (Erişim tarihi: 01.06.2014)
7) http://www.tubitak.gov.tr/tr/destekler/sanayi/ulusal-destek-programlari/icerik-istatistik (Erişim tarihi: 01.06.2014)
8) http://www.tubitak.gov.tr/tr/destekler/sanayi/ulusal-destek-programlari/icerik-1511-tubitak-oncelikli-alanlar-arastirma-teknoloji-gelistirme-ve-yenilik-p-d-p (Erişim tarihi: 01.06.2014)
9) http://www.sagem.gov.tr/daireler/egitim_ve_proje/arge/Default.aspx (Erişim tarihi: 01.06.2014)
10) http://www.sagem.gov.tr/ (Erişim tarihi: 01.06.2014)