Bu kahvehanelerle ilgili iki güzel tasvir, romanın iki önemli kahramanı olan Ömer ve Bedri'nin dilinden yapılıyor. Ömer, zeki, fakat aklını ziyan eden, tembel, günü birlik yaşayan, akıllı geçinen ve fakat kendisine dünyaya dair tavsiyede bulunanların aklını beğenmediği için nasihatlere de kulak asmayan bohem bir tiptir. Müzisyen olan Bedri ise uzak kalmak durumunda kaldığı öğretmenlikten sonra istemese de eğlence ortamlarında müzik yapan, bir yandan da bu ortamlardan ve buraya gelenlerden sıkılan biridir.
Bu iki kahramanın tespitlerinin benim için ilgi çekici olmalarının nedeni ise, buradaki tasvirlerin, günümüz Türkiye'sinde uzun zamandır gözlemlediğim, analitik bir şekilde değerlendirmeye gayret ettiğim ve nihayet "entellektüel züppeler" diye adlandırdığım bir zümrenin sergilediği davranış modeline çok benzer tespitlerin ta o zaman başka bir zümre için yapılmış olmasıdır. Ne var ki, Sabahattin Ali'nin tasvir ettiği zümre, 1930 ve 40'ların kahvehane ve birahanelerindeki muharrirlerken, benim gözlemlediğim zümre, TV tartışma programlarında, siyasi, sosyal hemen her alanda, hatta ve malesef kimi tefsir derslerinde, meal okumalarında, ya da kızlı erkekli dini sohbet, ilim ve irfan meclislerinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu konuda daha çok şey yazacağımı tahmin ediyorum. Zira esasında nefse, makama, mevkiye, ilgiye, bilgiye ve zekaya tapmanın emaresi olan bu züppelikler, ön planda hakikati aramak olarak lanse edilip, etrafında yapısal ve rasyonel düşünmeyen, kıt ve dağınık bilgiye sahip bir "sürü" toplayabiliyor. Bundan daha tehlikelisi, bu tür zümrelerin sıklıkla başvurduğu yöntemler arasında olan "alaycılık", "demagoji", "itham" ve nihayet "tekfir", savunduklarını iddia ettikleri dine (İslam'a) sosyolojik ve psikolojik en büyük zararı veren batıl yöntemlerdir. Bu nedenle, bunlarla mücadelenin bir yolu olarak, zayıf hilelerini ilim ve ahlak ışığında deşifre edip, akıl sahiplerine hitap ederek davette bulunmanın faydalı olacağını zannediyorum.
Her neyse, bu konuda yaptığım tespitlerin detayını vermek için burası uygun değil. Şimdilik İçimizdeki Şeytan romanındaki iki alıntıyı aktarmakla iktifa edeceğim:
İlk tespit Ömer'den. İstanbul'u neden sevdiğimizi analiz ederken şöyle diyor:
İstanbul’dan ayrılmak istemiyoruz, fakat senede kaç defa kütüphaneye gideriz. Üç beş cadde ile bir o kadar kahveden başka ne biliriz? Fikir hayatı, fikir hayatı diyoruz… En kabadayımız bile gevezelikten başka ne konuşuyor? Kahve münakaşalarıyla zihnimizi inkişaf ettirdiğimizi sanmakla pek akıllıca bir iş yaptığımıza kani değilim… Bizi buraya asıl bağlayan bir alışkanlıktır. Biz burada maksatsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline getirmek yolunu keşfetmişiz… Hepimizi İstanbul’a bağlayan sadece bu… Burada insan, kafasını zerre kadar işletmeden, mütefekkir bir kimse olduğuna inanmak ve buna başkalarını da inandırmak imkânına mâlik… Bu şehrin ve buradaki muhitlerin dayanılmaz cazibesi işte bundan ibaret!…
Daha uzun ve can alıcı tespitler ise, diğer kahramanımız Bedri'den geliyor:
"Bu adamların hepsi büyük bir
tezat ve ikilik içinde çırpınıyorlar, Hiçbiri sırtında taşıdığı ve muhafazaya
mecbur olduğu mevki veya paye ile ahenk halinde yaşamıyor. Kafaları, zekâları
itibariyle olsun, yarım yamalak bilgileri itibarıyla olsun, merhamete muhtaç
bir halde. Şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi... Her şeyleri iğreti, her vasıfları,
her kanaatleri iğreti… Basit bir insan, mesela okuma yazması olmayan bir köylü,
bir amele, lalettayin bir adam bunlardan çok daha mükemmel bir bütündür. Çünkü
o adam, mesela Hasan Ağa, Hasan Ağa olarak düşünür, böyle yaşar. Hükümleri,
hayatın verdiği bir takım tecrübelerin neticesidir ve kendine göredir.
Konuşurken Hasan Ağa’dan başka kimse yoktur. Fakat bu efendilerin hiçbiri
kendisi değildir. Fikir diye ortaya attıkları her şey, kafalarına rastgele
doldurdukları, hazmedilmemiş, acayip, birbirine zıt bilgilerin tahrip edilmiş
şekillerinden ibarettir. Mesela Mehmet Beyle, asla Mehmet Bey olarak konuşamaya
imkân bulamazsın. Siyasetten bahsedecek olsan şu Fransız gazetesinin veya bu
diktatörün nutkunu bulursun. Müzik lafı açsan bilmem hangi gâvurun kitabı veya
hangi Müslümanın makalesiyle karşılaşırsın. Beğendiği yemeği söylerken bile
Mehmet Bey değildir. Mühim adamların nasıl yemekleri beğenmesi lazım geldiğini
düşünmeden bir şey diyemez. Çok kere iki lafı birbirini tutmamak
mecburiyetindedir. Çünkü edebiyat hakkında duyup veya okuyup benimsedikleri şu
müellifin fikirleri ise, tesadüfen, müzik hakkındaki bilgileri de, dünya görüşü
ve sanat anlayışı itibariyle ona taban tabana zıt bir başka muharrirden
edinmedir. Bu belkemiksiz malumat ve kanaatler mütemadiyen kopar, birbirinden
ayrılır, sahibiyle münasebetlerini mütemadiyen değiştirir. Çünkü hiçbirinde
fikirler ve bilgiler şahsiyet haline gelmemiştir. Hiçbiri, ukalalık etmek için
malzeme toplamaktan başka bir şey düşünmemiştir. Hiçbiri insanı insan yapan şeyin
şahsiyet olduğunu, bütün ilimlerin, bütün tecrübelerin yalnız bunu temine
yaradığını anlamamıştır. Onun için bu nevi insanlardan bahsedilirken, boyuna
birbirine uymaz sözler duyarız. Biri aptaldır derken, öteki akıllı, biri
ahlaksız derken, öteki halûk (ahlaklı) der. Şu tarafı iyi ama bu tarafı çürük
diye hükümler verilir. Bir insanın bilgisi, tecrübesi, mantığı, ahlakı, hülasa
her şeyi ile bir kül (bütün) olduğunu henüz anlayan yok. Bu muhtelif taraflar
bir insanda ne kadar ayrı çehre gösterirse göstersin, bir noktada birleşir ve
bir ahenk vücuda getirirler. O nokta da şahsiyet dediğimiz şeydir. İşte bunun
için ben bu yarım, bu iğreti, bu zavallı ve gülünç adamlarla ahbaplık etmekten
sıkılıyorum. Buna mukabil, piyano dersi verdiğim sekiz yaşında bir çocuk, eğer
ailesi tarafından gayret edilip daha bu yaşta kuşa benzetilmemiş ve tabii
haliyle inkişafa bırakılmışsa, benim gözümde birçok muharrir ve mütefekkirden
daha alaka verici bir mahluktur. Bir garson, bir kayıkçı, şahsi fikirleri olmak
ve öğrendiği şeyleri kendine mâl etmek bakımından, bizim bu münevverlerin
hepsinden daha üstün ve kıymetlidir. Konuşurken birçok şey öğrenirim ve
karşımda bir insan görürüm, hazin ve geveze bir kukla değil… Siz onları uzaktan
bir şey zannettiniz, fakat ne mal olduklarını gördünüz… Hiç gayret etmeyin…
Hatta onların küstah ve mütecaviz hallerini mazur görün. Çünkü alelade bir
insan bile olmadıkları halde, kendilerine bir de münevver insan payesi
verilince ve hayattaki mevki ve itibarlarını kaybetmemek için bu sıfatı akla hayale
gelmeyecek hokkabazlıklarla muhafazaya mecbur kalınca, pek tabii olarak
dalavereci olacaklar, ahlaksızlaşacaklar ve mütemadiyen birbirlerinin
kıymetsizliklerini ortaya vurarak kıymetsizliğin esas olduğu kanaatini
uyandıracaklar… Bereket versin herkes böyle değil. Daha sarp yollardan yürüyen
fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var. Belki pek
az… Ama var… Unutmayın ki dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir. Böyle
söylediğim gibilerin az ve henüz kendilerini göstermemiş olması, günün birinde
iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hâkim olacağından ümidi kesmeyi icap ettiremez…
Bugün şurada burada teker teker yaşayan ve çalışanlar yarın birleşince bir
kuvvet olacaklar ve en kuvvetli silahı; haklı olmak silahını ellerinde tutacaklardır."
Entellektüel züppelik, hep dışa dönüktür, suçlayıcı ve alaycıdır. Halbuki ahlak, önce kendi nefsimizi yoklamayı gerektirir. Entellektüel züppelik öyle bir davranış kalıbıdır ki, tespit ve deşifre etmek için bile olsa onunla temasa geçtiğinizde kendinizi benzer araçları kullanırken bulabilirsiniz. Bu nedenle yapılması gereken, buradaki tespitlerden yola çıkarak dışarıda züppeler aramak değil, önce nefsimizi hesaba çekmektir. Acaba biz de kimi zaman bu davranış kalıplarını sergiliyor muyuz? Kendimizden başlayarak, bu davranış kalıbınına sahip olanları terketmeye gayret etmek ümidiyle....