1 Haziran 2015 Pazartesi

İSTKA ve İstanbul Bölge Planında sağlığın yeri

Türkiye’de Ar-Ge’ye ayrılan payın 2013 rakamlarıyla GSYİH’ye oranı %0,95 olarak ilan edildi. On yıl önceki oranımızın %0,48 olduğunu dikkate aldığımızda iyi bir artış trendi yakaladığımızı söyleyebiliriz; ancak hala OECD ülkelerinin ortalaması olan %2,5 civarından oldukça uzağız. Bununla birlikte, 2013 yılında Ar-Ge’ye ayrılan paydaki artış hızı itibariyle Çin’den sonra Dünyada 2. sırada yer alıyor olmamız, 2023 hedefimiz olan %3’lere ulaşmak için ümit vericidir. Bu bahiste konuşurken, “Türkiye’de Ar-Ge ve inovasyon” başlığı altında yapılan pek çok eleştiri olduğunu, özellikle destek miktarındaki artışın yeterli bir ölçüt olmadığı, altyapı, yetişmiş insan, akademik yayın, patent, teknoloji üretimi, vb. konularda ciddi eksikliklerin dile getirildiğini de gözden kaçırmamak gerekir. Bağnazca yapılmadığı sürece, daha iyisini yapmayı hedefleyen ve özellikle içerisinde çözüm önerisi olan her türlü eleştiriyi tüm kurumlarımız dikkate almalı. Ancak çıktığımız ve bir istikrar yakaladığımız bu yoldan asla taviz vermemeliyiz, nitekim bugün teknoloji üreten ülkelerin de bu süreci sancılı geçirdiklerini, bazı hatalar yapsalar da istikrar ve kararlılıkla bu yolda ilerlediklerini hatırdan çıkarmamalıyız.
Ar-Ge’ye destek veren kurumlar
Ülkemizde Ar-Ge ve inovasyona dair verilen devlet destekleri her geçen gün artıyor. Ancak değişmeyen ve artık yerleşmiş üç ana motor güç, TÜBİTAK, Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı ile Kalkınma Bakanlığıdır. TÜBİTAK, akademiye, sanayiye, kamuya ve girişimcilere 50’den fazla destek türüyle çok eşitli imkânlar sağlarken; TÜBİTAK’ın Başbakanlık’tan ayrılarak bağlandığı Bilim Sanayi ve Teknoloji Bakanlığı da ayrıca akademik ve sanayi teşvikleri ve destekleri sağlamaktadır. Bu yazımızda İstanbul özelinde ele alacağımız kalkınma ajansları ise Kalkınma Bakanlığına bağlı olarak büyük illerde veya bölgelerde kurulmuş, teknoloji ve bilimsel çalışmalar açısından ulusal hedeflerimize uygun çalışmaların yapılması için yerel destekler sağlamaktadır.
İSTKA’nın Tarihçesi
İstanbul Kalkınma Ajansı (İSTKA), “Kamu kesimi, özel kesim ve sivil toplum kuruluşları arasındaki işbirliğini geliştirmek, kaynakların yerinde ve etkin kullanımını sağlamak ve yerel potansiyeli harekete geçirmek suretiyle, ulusal kalkınma planı ve programlarda öngörülen ilke ve politikalarla uyumlu olarak bölgesel gelişmeyi hızlandırmak, sürdürülebilirliğini sağlamak, bölgeler arası ve bölge içi gelişmişlik farklarını azaltmak” amacıyla 5449 sayılı Kanuna dayanarak Bakanlar Kurulu’nun 10.11.2008 tarih ve 2008/14306 sayılı kararı ile kurulmuştur.
Vizyon-Misyon
İSTKA, vizyonunu “küresel kent İstanbul için çalışan, insan odaklı ve çevreye duyarlı, etkili ve yön veren bir çözüm merkezi olmak” şeklinde tanımlıyor. Buna ulaşmak için üstlendiği misyonu ise “katılımcılığı benimseyerek ortak aklı temsil etmek; işbirliği ağlarının merkezinde yer alarak kaynakları İstanbul için ortak değere dönüştürmek” olarak belirlemiş durumda (1). Burada dikkatimi çeken iki anahtar kelime, insan odaklı olmak ve işbirliği ağlarının merkezinde yer almak. Nitekim bu iki konunun, İSTKA’nın belirlediği destek çağrı alanlarının ve Bölge Planındaki önceliklerin ekseninde yer aldığını görmek mümkün.
Destek Türleri
İSTKA, tarafından verilen destek türleri ve kısa açıklamaları şu şekildedir (1):
Teknik destek: Ajansın ilgili kurum ve kuruluşların teknik kapasitelerinin artırılması amacıyla, herhangi bir mali destek vermeksizin mevcut personeli ya da hizmet alımı yolu ile sağladığı destek türüdür.
Proje teklif çağrısı: Ajans tarafından yürütülen belirli bir destek programı kapsamında, nitelikleri net bir şekilde belirlenmiş olan potansiyel başvuru sahiplerinin, önceden belirlenen konu ve koşullara uygun olarak proje teklifi sunmaya davet edilmesidir.
Güdümlü proje desteği: Güdümlü projeler, proje teklif çağrısı yöntemi uygulanmadan doğrudan destek sağlamaya yönelik olarak; bölge planında öngörülen öncelikler doğrultusunda, konusu ve koşulları ajans öncülüğünde ve yönlendirmesinde belirlenen özel nitelikli model projelerdir.
Doğrudan faaliyet desteği: Ajansın, bölgenin kalkınması ve rekabet gücü açısından önemli fırsatlardan yararlanılması, bölge ekonomisine yönelik tehdit ve risklerin önlenmesinde acil tedbirlerin alınması ve kritik öneme sahip araştırma, planlama ve fizibilite çalışmaları gibi bölge için önemli olabilecek stratejik eylemlerin başlatılmasına ve gerçekleştirilmesine katkı sağlayacak olan faaliyetlere verdiği desteklerdir.
İstanbul Bölge Planı
Ar-Ge ve inovasyon konusunda OECD ülkelerini hızla yakalamak için, sadece destek miktarımızı artırmamız şüphesiz yeterli değil. Bu destekleri hangi alanlara yönlendirdiğimiz en az destek miktarı kadar önemlidir. TÜBİTAK’ın stratejik önceliklerini Bilim ve Teknoloji Yüksek Kurulu tarafından belirlenir. Sekretaryasını TÜBİTAK’ın yaptığı bu kurul, yılda 2 defa toplanarak yapılan çalışmaları ve geleceğe yönelik planları değerlendirir. Kalkınma ajanslarında ise durum biraz farklıdır. Kalkınma ajansları bir yandan ulusal hedefleri esas alırken; diğer taraftan da yerel öncelikleri dikkate alarak destek çağrıları açarlar. Bu çerçevede ajansların kendi bölgeleriyle ilgili ciddi bir saha analizi yapmalarına ve bu verileri dikkate alarak stratejik planlarını yapmalarına ihtiyaç duyulmuştur. İSTKA, İstanbul için bu şekilde bir saha çalışması yapmış ve 2014-2013 yılları için bir İstanbul Bölge Planı adı altında son derece başarılı bir plan oluşturmuştur. 383 sayfadan oluşan bu kapsamlı dosyayı incelerken, Türkçe’nin kullanımından, analiz yöntemine kadar; sonuçların değerlendirilmesinden, ölçülebilir hedeflerin koyulmasına kadar hemen her açıdan gayet ustaca hazırlandığı hemen göze çarpmaktadır. Bölge Planında İstanbul’da yapılacak çalışmalar, gelişme eksenleri, öncelikli alanlar, stratejiler ve hedefler şeklinde hiyerarşik bir yapıda ele alınmış ve tüm stratejiler şu üç temel eksen üzerine inşa edilmiştir:
1. Küresel ekonomide söz sahibi, yüksek katma değer üreten, yenilikçi ve yaratıcı ekonomi
2. Adil paylaşan, kapsayıcı ve öğrenen toplum
3. Keyifle yaşanan, özgün kentsel mekânlar ve sürdürülebilir çevre
Her bir eksenin altındaki öncelikli alanlar ise şunlardır:
1.Küresel ekonomide söz sahibi, yüksek katma değer üreten, yenilikçi ve yaratıcı ekonomi
a) Küresel ekonomide stratejik aktör
b) Küresel değer zincirinde rekabetçi konum
c) Sanayide dönüşüm
d) Artan Ar-Ge ve yenilik
e) Nitelikli girişimcilik
f) Dönüşen işgücü, gelişen ve artan istihdam
g) Kentsel imaj ve etkin tanıtım
2. Adil paylaşan, kapsayıcı ve öğrenen toplum
a) Her yaş için yüksek standartlarda ve yaratıcı eğitim
b) Sosyal bütünleşme
c) Dinamik nüfus
d) Sağlıklı toplum, kaliteli ve akredite sağlık hizmetleri
e) Güvenli Kent
f) Güçlü kurumsal kapasite, iyi yönetişim
g) İstanbul’a aidiyet ve kentlilik bilinci
3. Keyifle yaşanan, özgün kentsel mekânlar ve sürdürülebilir çevre
a) Sürdürülebilir kentsel gelişme, katılımcı planlama
b) Mekânsal kalite, özgün tasarım
c) Bütüncül ve kapsayıcı kentsel dönüşüm
d) Korunan İstanbul belleği ve kültürel miras
e) Etkin afet yönetimi
f) Sürdürülebilir ulaşım ve erişilebilirlik
g) Sürdürülebilir ve etkin lojistik altyapısı
h) Kaliteli ve sürdürülebilir çevre
i) Çevre dostu enerji yönetimi
İstanbul Bölge Planında sağlık
İstanbul Bölge Planında, sağlık ve sağlıkla yakın ilgili alanlara baktığımızda karşımıza sağlık turizminden, dezavantajlı nüfusun yaşam standartlarını artırmaya, nitelikli personel yetiştirmekten sağlıkta inovasyon ağları oluşturmaya kadar geniş bir yelpazedeki çalışma alanlarının plan kapsamına alındığı görülmektedir. Tüm stratejileri ve hedeflerini incelediğimizde, sağlıkla doğrudan ya da dolaylı ilişkili olan stratejileri ilişkili oldukları öncelik alanına göre şu şekilde listeleyebiliriz (sıralama, eksen, öncelik alanı, strateji ve hedefler şeklidedir):
Eksen: Küresel ekonomide söz sahibi, yüksek katma değer üreten, yenilikçi ve yaratıcı ekonomi
Öncelik alanı: Küresel ekonomide stratejik aktör
Strateji 1. İstanbul’un ekonomik anlamda küresel çekim merkezi olması
Hedef 18. İstanbul’da sağlık turizmi, sağlık hizmetleri ve sağlık Ar-Ge’si yatırımlarının artırılması; sağlık sektörünün rekabetçiliğinin artırılarak İstanbul’un bu alanda küresel bir merkez olması
Strateji 2. İstanbul’un dış ticaretinin güçlendirilmesi
Hedef 2. 2023 Türkiye İhracat Stratejisi’nde belirtilen hedefler doğrultusunda İstanbul’un mal ve hizmet ihracatının artırılması
Öncelik alanı: Küresel değer zincirinde rekabetçi konum
Strateji 1. İstanbul’un küresel rekabet gücünü ortaya koyabileceği ve uluslararası değer zincirinde yüksek katma değerli işlevler edineceği sektörlerde uzmanlaşması ve bu sektörlerin geliştirilmesi
Hedef 7. Öncelikli sektörlerde uluslararası standartların (üretim, hizmet, kalite, sağlık standartları vb.) benimsenmesi
Hedef 9. Öncelikli sektörlerin ihtiyaç duyduğu nitelikli işgücünün yetiştirilmesi ve bölgeye çekilmesi
Öncelik alanı: Artan Ar-Ge ve yenilik
Strateji 1. Ar-Ge ve yenilik çalışmalarında paydaşlar arası işbirliği, paylaşım ve koordinasyonu teşvik edecek inisiyatifler, ara yüz mekanizmaları ve işbirliği ağlarının geliştirilmesi
Hedef 2. Üniversitelerdeki bilgi birikiminin ticarileştirilmesini sağlayacak, özel sektör ve üniversiteler arasında teknoloji transferini gerçekleştirecek ara yüz mekanizmalarının geliştirilmesi
Strateji 3. İstanbul’un Ar-Ge ve yenilik alanlarında insan kaynağı kapasitesinin artırılması
Hedef 4. Üniversitelerde özgürlükçü ve yaratıcı ortamın oluşturulması, üniversitelerin daha araştırmacı, yenilikçi ve rekabetçi bir yapıya kavuşturulmalarının sağlanması
Öncelik alanı: Dönüşen işgücü, gelişen ve artan istihdam
Strateji 2. İşgücünün değişen ekonomik yapıya paralel olarak dönüşümünün sağlanması
Hedef 4. Değişen ekonomik yapıya paralel olarak İstanbul üniversitelerinde ihtisas alanlarının oluşturulması
Eksen: Adil paylaşan, kapsayıcı ve öğrenen toplum
Öncelik alanı: Her yaş için yüksek standartlarda ve yaratıcı eğitim
Strateji 5. Yükseköğretime erişimin ve kalitesinin artırılması ve İstanbul’un öğrenci ve öğretim üyeleri için uluslararası çekim merkezi olması
Hedef 8. Yükseköğretim kurumlarının özel sektör ile işbirliği oluşturarak Ar-Ge ve teknoloji üretimine önem verilmesinin teşvik edilmesi
Hedef 16. İstanbul’un küresel hedefleri doğrultusunda ihtisaslaşmış ve disiplinlerarası eğitim programları ile enstitü ve araştırma merkezlerinin geliştirilmesi
ÖNCELİK ALANI: Sosyal bütünleşme
Strateji 2. Engellilerin ekonomik ve sosyal hayatta desteklenerek hayata tam katılımlarının sağlanması
Hedef 8. Engellinin kaliteli bir bakım hizmeti alabilmesi için evde bakım sağlayıcıların (yakınları veya ücretli bakıcı) eğitilmesi ve kurum bakımı için kurumsal kapasitenin artırılmasının sağlanarak bakım ihtiyacının bölge içinde karşılanması
Hedef 9. Engelli bireylerin ihtiyaç duydukları eğitim, sağlık, sosyal yardım hizmetlerinin kendilerinin müracaatı beklenmeksizin ilgili kamu kurumları tarafından takip sistemi kurularak yararlandırılmasının sağlanması
Strateji 4. Yaşlıların ihtiyaç duyduğu hizmetlerin (sağlık, sosyal hizmet, rekreasyon, bakım vb.) onları toplumun dışına itmeyecek ve onların bilgi ve tecrübelerinden faydalanılmasını sağlayacak ve yaşam kalitelerini koruyacak bir yaklaşımla sunulması
Hedef 1. Kurumsal bakımla ilgili altyapı ve personel kapasitesinin artırılması, yaşlılara yönelik hizmetlerin aileleri yanında desteklenmesi vb. hizmet modellerinin geliştirilmesi
Öncelik alanı: Sağlıklı toplum, kaliteli ve akredite sağlık hizmetleri
Strateji 1. Erişilebilir, etkili ve etkin sağlık hizmetleri sunulması, bu hizmetlerin İstanbul’un küresel hedeflerini destekleyici şekilde geliştirilmesi ve sağlığa yönelik risklerden birey ve toplumun korunması
Hedef 3. İnsan kaynağı yetkinliği ve motivasyonunun iyileştirilmesi ve sağlık personeli sayısının artırılması
Hedef 5. Hizmet kalitesi iyileştirilerek uluslararası standartlara ulaşılması amacıyla akredite sağlık kurumu sayısının artırılması
Öncelik alanı: Güçlü kurumsal kapasite, iyi yönetişim
Strateji 1. Üniversiteler, yerel yönetim, kamu kurum ve kuruluşları ve sivil toplum kuruluşlarında kurumsal kapasitenin güçlendirilmesi
Hedef 12. Kamu hizmetlerinin sunulmasında kalitenin artırılması, uluslararası akreditasyon standartlarının benimsenmesi
Sağlıkla ilgili açık çağrılar
Değerlendirme
İSTKA, 2014-2023 Bölge Planı kapsamında oldukça profesyonel bir çalışma ortaya koymuştur. Sağlık alanında çalışma yapmak isteyenler, bu çağrıları takip ederek başvuru yapabilecekleri gibi kendi fikirlerinin/projelerinin İstanbul Bölge Planı ile örtüştüğünü değerlendiriyorlarsa üst limiti 10 Milyon TL’ye kadar olan güdümlü destek projeleri kapsamında da destek başvurusu yapabilirler. Başvuru yapmak isteyenlerin dikkat etmesinde fayda olan bir diğer husus da, tüm desteklerdeki anahtar kelimenin insan odaklı olmak ve işbirliği ağlarını merkeze almak olduğudur. Kurumların tek başlarına başlayıp bitirecekleri çalışmaların kabule uygun olmadığını, üniversite, sanayi ve STK’ları bir araya getiren ve sürdürülebilir bir iş modeline sahip ara yüzlerin kurulmasının öncelendiğini hatırlatmak isterim. Mali çağrılar ve güdümlü projeler için detaylı bilgileri İSTKA’nın sitesinden edinmeniz mümkündür.
Kaynaklar
1) http://www.istka.org.tr (Erişim Tarihi: 01.02.2015)
2)İSTKA 2014 Ara Faaliyet Raporu
SD (Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü) Dergisi, Mart-Nisan-Mayıs 2015 tarihli 34.sayıda, sayfa 34-37'de yayımlanmıştır.

8 Şubat 2015 Pazar

1930'ların Muharrir Kahveleri

Sabahattin Ali'nin İçimizdeki Şeytan adlı romanını okumadıysanız şiddetle tavsiye ederim. Ancak burada romanın akıcılığı, dile hakimiyeti ve diğer ilgi çekici özelliklerinden bahsetmeyeceğim. Aktarmak istediğim 1930'ların ve 1940'ların muharrir dünyasına dair özgün tespit ve tasvirler... Neden 1930'lar, 40'lar diyorum, çünkü 1907 doğumlu olan Sabahattin Ali 1948'de vefat eden bir yazarımız.Bu kısacık ömründe, romanındaki güzel tasvirin de bu döneme olduğunu kabul ediyorum.

Bu kahvehanelerle ilgili iki güzel tasvir, romanın iki önemli kahramanı olan Ömer ve Bedri'nin dilinden yapılıyor. Ömer, zeki, fakat aklını ziyan eden, tembel, günü birlik yaşayan, akıllı geçinen ve fakat kendisine dünyaya dair tavsiyede bulunanların aklını beğenmediği için nasihatlere de kulak asmayan bohem bir tiptir. Müzisyen olan Bedri ise uzak kalmak durumunda kaldığı öğretmenlikten sonra istemese de eğlence ortamlarında müzik yapan, bir yandan da bu ortamlardan ve buraya gelenlerden sıkılan biridir.

Bu iki kahramanın tespitlerinin benim için ilgi çekici olmalarının nedeni ise, buradaki tasvirlerin, günümüz Türkiye'sinde uzun zamandır gözlemlediğim, analitik bir şekilde değerlendirmeye gayret ettiğim ve nihayet "entellektüel züppeler" diye adlandırdığım bir zümrenin sergilediği davranış modeline çok benzer tespitlerin ta o zaman başka bir zümre için yapılmış olmasıdır. Ne var ki, Sabahattin Ali'nin tasvir ettiği zümre, 1930 ve 40'ların kahvehane ve birahanelerindeki muharrirlerken, benim gözlemlediğim zümre, TV tartışma programlarında, siyasi, sosyal hemen her alanda, hatta ve malesef kimi tefsir derslerinde, meal okumalarında, ya da kızlı erkekli dini sohbet, ilim ve irfan meclislerinde ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu konuda daha çok şey yazacağımı tahmin ediyorum. Zira esasında nefse, makama, mevkiye, ilgiye, bilgiye ve zekaya tapmanın emaresi olan bu züppelikler, ön planda hakikati aramak olarak lanse edilip, etrafında yapısal ve rasyonel düşünmeyen, kıt ve dağınık bilgiye sahip bir "sürü" toplayabiliyor. Bundan daha tehlikelisi, bu tür zümrelerin sıklıkla başvurduğu yöntemler arasında olan "alaycılık", "demagoji",  "itham" ve nihayet "tekfir", savunduklarını iddia ettikleri dine (İslam'a) sosyolojik ve psikolojik en büyük zararı veren batıl yöntemlerdir. Bu nedenle, bunlarla mücadelenin bir yolu olarak, zayıf hilelerini ilim ve ahlak ışığında deşifre edip, akıl sahiplerine hitap ederek davette bulunmanın faydalı olacağını zannediyorum.

Her neyse, bu konuda yaptığım tespitlerin detayını vermek için burası uygun değil. Şimdilik İçimizdeki Şeytan romanındaki iki alıntıyı aktarmakla iktifa edeceğim:

İlk tespit Ömer'den. İstanbul'u neden sevdiğimizi analiz ederken şöyle diyor:

İstanbul’dan ayrılmak istemiyoruz, fakat senede kaç defa kütüphaneye gideriz. Üç beş cadde ile bir o kadar kahveden başka ne biliriz? Fikir hayatı, fikir hayatı diyoruz… En kabadayımız bile gevezelikten başka ne konuşuyor? Kahve münakaşalarıyla zihnimizi inkişaf ettirdiğimizi sanmakla pek akıllıca bir iş yaptığımıza kani değilim… Bizi buraya asıl bağlayan bir alışkanlıktır. Biz burada maksatsız yaşamayı ve boş beyinle dolaşmayı tatlı bir meşgale haline getirmek yolunu keşfetmişiz… Hepimizi İstanbul’a bağlayan sadece bu… Burada insan, kafasını zerre kadar işletmeden, mütefekkir bir kimse olduğuna inanmak ve buna başkalarını da inandırmak imkânına mâlik… Bu şehrin ve buradaki muhitlerin dayanılmaz cazibesi işte bundan ibaret!…

Daha uzun ve can alıcı tespitler ise, diğer kahramanımız Bedri'den geliyor:


"Bu adamların hepsi büyük bir tezat ve ikilik içinde çırpınıyorlar, Hiçbiri sırtında taşıdığı ve muhafazaya mecbur olduğu mevki veya paye ile ahenk halinde yaşamıyor. Kafaları, zekâları itibariyle olsun, yarım yamalak bilgileri itibarıyla olsun, merhamete muhtaç bir halde. Şahsiyetleri kırpıntı bohçası gibi... Her şeyleri iğreti, her vasıfları, her kanaatleri iğreti… Basit bir insan, mesela okuma yazması olmayan bir köylü, bir amele, lalettayin bir adam bunlardan çok daha mükemmel bir bütündür. Çünkü o adam, mesela Hasan Ağa, Hasan Ağa olarak düşünür, böyle yaşar. Hükümleri, hayatın verdiği bir takım tecrübelerin neticesidir ve kendine göredir. Konuşurken Hasan Ağa’dan başka kimse yoktur. Fakat bu efendilerin hiçbiri kendisi değildir. Fikir diye ortaya attıkları her şey, kafalarına rastgele doldurdukları, hazmedilmemiş, acayip, birbirine zıt bilgilerin tahrip edilmiş şekillerinden ibarettir. Mesela Mehmet Beyle, asla Mehmet Bey olarak konuşamaya imkân bulamazsın. Siyasetten bahsedecek olsan şu Fransız gazetesinin veya bu diktatörün nutkunu bulursun. Müzik lafı açsan bilmem hangi gâvurun kitabı veya hangi Müslümanın makalesiyle karşılaşırsın. Beğendiği yemeği söylerken bile Mehmet Bey değildir. Mühim adamların nasıl yemekleri beğenmesi lazım geldiğini düşünmeden bir şey diyemez. Çok kere iki lafı birbirini tutmamak mecburiyetindedir. Çünkü edebiyat hakkında duyup veya okuyup benimsedikleri şu müellifin fikirleri ise, tesadüfen, müzik hakkındaki bilgileri de, dünya görüşü ve sanat anlayışı itibariyle ona taban tabana zıt bir başka muharrirden edinmedir. Bu belkemiksiz malumat ve kanaatler mütemadiyen kopar, birbirinden ayrılır, sahibiyle münasebetlerini mütemadiyen değiştirir. Çünkü hiçbirinde fikirler ve bilgiler şahsiyet haline gelmemiştir. Hiçbiri, ukalalık etmek için malzeme toplamaktan başka bir şey düşünmemiştir. Hiçbiri insanı insan yapan şeyin şahsiyet olduğunu, bütün ilimlerin, bütün tecrübelerin yalnız bunu temine yaradığını anlamamıştır. Onun için bu nevi insanlardan bahsedilirken, boyuna birbirine uymaz sözler duyarız. Biri aptaldır derken, öteki akıllı, biri ahlaksız derken, öteki halûk (ahlaklı) der. Şu tarafı iyi ama bu tarafı çürük diye hükümler verilir. Bir insanın bilgisi, tecrübesi, mantığı, ahlakı, hülasa her şeyi ile bir kül (bütün) olduğunu henüz anlayan yok. Bu muhtelif taraflar bir insanda ne kadar ayrı çehre gösterirse göstersin, bir noktada birleşir ve bir ahenk vücuda getirirler. O nokta da şahsiyet dediğimiz şeydir. İşte bunun için ben bu yarım, bu iğreti, bu zavallı ve gülünç adamlarla ahbaplık etmekten sıkılıyorum. Buna mukabil, piyano dersi verdiğim sekiz yaşında bir çocuk, eğer ailesi tarafından gayret edilip daha bu yaşta kuşa benzetilmemiş ve tabii haliyle inkişafa bırakılmışsa, benim gözümde birçok muharrir ve mütefekkirden daha alaka verici bir mahluktur. Bir garson, bir kayıkçı, şahsi fikirleri olmak ve öğrendiği şeyleri kendine mâl etmek bakımından, bizim bu münevverlerin hepsinden daha üstün ve kıymetlidir. Konuşurken birçok şey öğrenirim ve karşımda bir insan görürüm, hazin ve geveze bir kukla değil… Siz onları uzaktan bir şey zannettiniz, fakat ne mal olduklarını gördünüz… Hiç gayret etmeyin… Hatta onların küstah ve mütecaviz hallerini mazur görün. Çünkü alelade bir insan bile olmadıkları halde, kendilerine bir de münevver insan payesi verilince ve hayattaki mevki ve itibarlarını kaybetmemek için bu sıfatı akla hayale gelmeyecek hokkabazlıklarla muhafazaya mecbur kalınca, pek tabii olarak dalavereci olacaklar, ahlaksızlaşacaklar ve mütemadiyen birbirlerinin kıymetsizliklerini ortaya vurarak kıymetsizliğin esas olduğu kanaatini uyandıracaklar… Bereket versin herkes böyle değil. Daha sarp yollardan yürüyen fakat buna mukabil insan denecek bir insan olmak isteyenler de var. Belki pek az… Ama var… Unutmayın ki dünyada en korkunç şey, ümidini kaybetmektir. Böyle söylediğim gibilerin az ve henüz kendilerini göstermemiş olması, günün birinde iyinin, doğrunun ve kıymetlinin hâkim olacağından ümidi kesmeyi icap ettiremez… Bugün şurada burada teker teker yaşayan ve çalışanlar yarın birleşince bir kuvvet olacaklar ve en kuvvetli silahı; haklı olmak silahını ellerinde tutacaklardır."

Entellektüel züppelik, hep dışa dönüktür, suçlayıcı ve alaycıdır. Halbuki ahlak, önce kendi nefsimizi yoklamayı gerektirir. Entellektüel züppelik öyle bir davranış kalıbıdır ki, tespit ve deşifre etmek için bile olsa onunla temasa geçtiğinizde kendinizi benzer araçları kullanırken bulabilirsiniz. Bu nedenle yapılması gereken, buradaki tespitlerden yola çıkarak dışarıda züppeler aramak değil, önce nefsimizi hesaba çekmektir. Acaba biz de kimi zaman bu davranış kalıplarını sergiliyor muyuz? Kendimizden başlayarak, bu davranış kalıbınına sahip olanları terketmeye gayret etmek ümidiyle....

1 Şubat 2015 Pazar

Mühendislerin sağlık ile imtihanı: Sağlık alanında mühendis yönetme sendromu

Bu yazıyı okumadan önce, (bu yazının aynı sayıda yayınlandığı) SD Platform Dergisinin 33. sayısında Prof. Dr. Sabahattin Aydın Hocamızın “Sağlığın Bilişimle İmtihanı” başlıklı yazısını da incelemenizi öneririm. Sabahattin Hocamız, sağlık bilişimi ile ilgili kavramsal yapıyı elden geçirip sağlık sisteminde bilişimin yeri ve sistemsel problemleri detaylı şekilde ele alıyorken, bendeniz de bu yazımda mesleki ve davranışsal açıdan mühendislerin sağlık bilişimi alanında yaşadıklarını irdelemeye ve somut bazı önerilerde bulunmaya gayret ettim. Mühendislerin davranış modelini, düşünme yapılarını ve çalışma ortamlarını incelemeye mühendisliğin ne olduğunu açıklayarak başlayalım…

Mühendislik nedir?
SD Dergisi’nin 25.sayısında “Sağlık Sistem Mühendisliği” başlıklı bir yazı kaleme almıştık. Bu yazıda sağlık, sistem ve mühendislik kavramlarını ve bunların yönetimin nasıl ayrılmaz bir parçası olduğunu detaylıca incelemiştik. O yazıda yaptığımız mühendislik tanımını tekrar hatırlayalım: “…Amerikan Mühendisler Konseyi’nin tanımına göre mühendislik; “bilimsel prensiplerin tek başlarına veya bir arada, alet, malzeme, yapı, makine, süreç ve sistem tasarlamak ve geliştirmek için uygulamaya geçirilmesi ve yine bu prensiplerin, sistemsel davranışlarının belirli şartlar altındaki davranışlarının tahmin edilmesi (modellenmesi) ve tahmin edilmesi suretiyle, süreçlerin daha ekonomik, insan hayatı ve eşyanın daha güvenli hale getirilmesi için kullanılmasıdır” (http://www.abet.org). Mühendislik, yüzyıllardır bilimsel prensiplerin insan hayatına faydalı olabilmesi için çok sayıda çıktı üretmiştir. Yaşadığımız evden, kullandığımız araca; kıyafetimizden, yediğimiz gıdaların üretimine, bilgisayarımızdan, cep telefonumuza ve Internete kadar hayatımızın her alanında mühendislik ürünleri ve süreçleri vardır. Tüm bunların geliştirilmesinde mühendisliğin temel fonksiyonu, yeni teknolojilerin geliştirilmesi, var olan teknoloji ve bilimsel prensiplerin yeni sistemler üretilmesi için uygulamaya geçirilmesinde aracı olmaktır. Bu açıdan, “hangi alanda bilimsel prensiplerden yararlanılmak isteniyorsa, o alanda mühendislik çalışmasına ihtiyaç vardır diyebiliriz.”
Kısaca, yaşamın her alanında mühendislerin ürettiği ürünleri veya teknolojileri kullanıyoruz. Peki, bu meslek grubu üyeleri nasıl düşünür? Aldıkları eğitim, kişiliklerini, düşünce yöntemlerini ve sosyal ilişkilerini nasıl etkiler? Bu konu akademik açıdan da incelemeye değer bir konu olsa da, ben burada sadece gözlemlerimi aktarıyor olacağım.

Mühendisler nasıl düşünür
Mühendisler, mesleklerinin kapsamı gereği bir şeyleri üretmek ve inşa etmek için çalışırlar. Üretmek ve inşa etmek için de hemen her mühendislik branşında geçerli olmak üzere öncelikle analiz yaparlar, elde ettikleri bilgilerle bütüne dair bir model elde etmeye çalışırlar; ardından tasarım ve geliştirme yaptıktan sonra elde ettikleri çıktıyı test eder ve devreye alırlar. Bu süreçler, işin kapsamına göre kimi zaman tahminsel ve sezgisel yöntemleri de barındırıyor olsa da, sürecin tamamı deterministik ve sonuçları kesine yakın kabul edilebilir. Bu nedenle bir mühendis, uzmanı olduğu bir alanla ilgili konulurken genellikle sezgisel ve tahminsel parametreleri belirttikten ve beklenen koşulların sağlandığını varsaydıktan sonra işin geriye kalanı ile ilgili çok kesin ifadeler kullanmaktan hiç çekinmez. Çünkü bu işin öyle işleyeceğinden adı kadar emindir. Mühendislerle çalışırken göz ardı edilmemesi gereken bu davranış modelinden ileride biraz daha bahsedeceğim.

Teknolojinin hızının mühendisler üzerindeki etkisi
Hızla gelişen bilim ve teknolojinin branşlaşma konusunda en çok etkilediği meslek gruplarının başında sanıyorum mühendislik gelir. Mühendislik branşları içinde de daha çok bilişimle ilgilenen elektronik, bilgisayar vb. alanlar bu hızdan daha çok etkilenirler. Okul hayatı boyunca bile yeni teknoloji ve yöntemlerin çıktığına şahit olan mühendisler, bir yandan teknolojiyi takip etmeye ve kopmamaya gayret ederken, bir yandan da piyasanın kendilerinden beklentilerini karşılamaya çalışırlar. Problem şu ki, iş dünyasındaki diğer kişiler, teknolojinin çıktılarına kem kendi hayatlarında hem de iş hayatlarında bu kadar sık görmeye ve değiştirmeye eğilimli değillerdir. Bu nedenle mühendislerin sürekli yeni çıkan ve hayatı kolaylaştıran bir şeylerden bahsederken; onları dinleyen yöneticilerin de mühendislerin hayali işlerle, yaygın deyişiyle “entel dantel işlerle” meşgul olduğunu, gerçek hayattan koptuklarını ve gerçekçi olmadıklarını düşünebilirler. Mühendis kendince bir şeyleri daha iyi hale getirmekle ilgili öneriler sunduğunda, yöneticilerin “bu ne işimize yarayacak” ya da “bu maliyete girmeye değer mi, bir süre sonra da daha iyisi çıkacak” gibi kimi paradoksal, kimi direnç ifade eden cevaplarına sıkça rastlarız. Bu durumu mühendis gözüyle düşünmeye çalışalım. Mühendis, bir yandan meslektaşlarının ürettiği teknolojiye ve mesleğine hayranken, diğer yandan bu teknolojiyi hemen almakta direnç gösteren yöneticilerinin ya da piyasanın bu davranışını anlamlandırmaya çalışır. Aslında her iki davranış da kendi perspektifinden gayet sağlam gerekçelere sahiptir; ancak bu düşük yoğunluklu çatışma hali, mühendis üzerinde her zaman bir stres unsurudur.

Bilişim mühendisliğinde meslek odaları ve yetkinlik ölçümü
Mühendislik branşlarında meslek içi branşlaşma ve uzmanlaşma konusu, meslek örgütlerinin kontrolünden tamamen çıkmış durumdadır. Hatta ülkemizdeki bilişimle ilgili branşların meslek örgütlerinin meslektaşlarının hak ve hukukunu savunmaktan bile tamamen kopmuş olduğunu söylemek yanlış olmaz. Şöyle örnek verelim: Elektrik, elektronik, kontrol, haberleşme, vb. branşların bağlı olduğu oda, Elektrik Mühendisleri Odasıdır (EMO). EMO’ya kayıtlı olmak, sadece inşaat planlarındaki elektrik projelerine imza atma yetkisi olan elektrik mühendisleri açısından anlamlıdır. Bu odaya kaydolmayan diğer mühendislerin mesleki hayatlarında oda ile hiçbir ilişkisi olmaz, odanın da onlarla... Farklı grupların meslek odası seçimi mücadelesinin mevziisi durumuna düşmüştür. Bilgisayar mühendislerine gelince… Onlar da 2 yıl öncesine kadar EMO’ya bağlı kabul edilmişlerdi ve ancak 2012’de kendi odalarını kurabildiler. Şu var ki, onlar da sadece lisans diploması bilgisayar mühendisi olanları odalarına kabul ediyorlar. Yani bilişimle uğraşan ve hatta yüksek lisans veya doktorasını bilgisayar mühendisliğinde yapmış olan elektronik, haberleşme, vb. mühendislerini bile odalarına kabul etmiyorlar!
Şimdi soru şu? Siz yabancı bir firmasınız ve Türkiye’de bilişim firması kurmak üzere yatırım yapmak istiyorsunuz. Peki, aradığınız branşlarda ve uygun niteliklerdeki mühendisleri nasıl seçeceksiniz? Onların lisans mezuniyeti sonrasında edindikleri yeni yetenekleri veya unuttukları şeyleri nasıl ve neye göre ölçeceksiniz? Hemen cevap vereyim: Meslek odalarının bilişimle ilgili mühendislerin etkin ve etkinlikleriyle ilgili hiçbir faaliyeti ve denetimi mevcut değildir. Bu ölçüm konusunda tek başınasınız ve sadece bir takım mesleki sertifikalarla, iş tecrübesi ve iş görüşmesi sırasında kendi yapacağınız ölçümlerle karar vermek durumundasınız. Tabi firmaya alınacak mühendisin seçiminde iş görüşmesinde yer alan ve ölçümü yapan kişinin de bir başka mühendis olması bilişimci olmayan yöneticiler için tedirgin edici bir durumdur.

Uzmanlık ve genel pratisyenlik ikilemi
Uzmanlık ve genel pratisyenlik ikilemi tıp alanında çok daha bildik bir konu olsa da, mühendislikteki durum tıptan hiç de aşağı değildir. Hatta tıptaki branşlaşmayı motive eden bilimsel ve teknolojik gelişimin önemli bir kısmını mühendislik bilimleri çalışmaları oluşturduğundan, buradaki gelişme ve branşlaşma hızı motive ettiği bilimlerden daha fazla diyebiliriz. Bunun üstüne, eğitim kurumları ve meslek odalarının bu branşlaşmayı yönetemiyor olmasını eklersek, hangi konuda hangi mühendisin sözünü referans alacağımız konusu kolaylıkla bir problem haline gelebilir. Yani bir yönetici için sorun bir mühendisi sadece işe alırken onun yetkinliğini ölçmekle kalmaz, işe aldığı mühendislerin hangi alanda sözlerinin ve eylemlerinin referans olması gerektiği de sürekli dikkate alınması gereken bir ölçme ve karar verme problemidir. Bu durumu hemen hepimiz bir doktora hasta olarak gittiğimizde bir ölçüde yaşarız. Aldığımız cevabı ve teşhisi başka bir doktora daha sormak (ya da sorma ihtiyacı hissetmek) yaygın karşılaşılan bir durumdur. Ama mühendislikte uygulama pek öyle olmuyor. Bir mühendise güveniyorsanız beraber çalışırsınız ve söylediklerini her defasında sorgulamazsınız. Problem, mühendisin söylediklerinin farklı da olabileceğini geç de olsa sonuçlarını gördüğünüzde anlarsınız ve belki bir süre sonra yolunuzu ayırırsınız. Ancak yine ölçmekte zorlanacağınız başka bir mühendis ile çalışmaya devam edersiniz.
Bu başlık altında “uzmanlaşma mı iyidir, yoksa genel pratisyenlik mi?” tartışmasına değinmeden geçemeyeceğim. Malum uzmanlaşma paradoksunu ifade etmek için şöyle denir: “Uzman, giderek daha az konu hakkında daha fazla şey bilen kişidir. Öyle ki sonunda hiçbir şey hakkında her şeyi bilir.” Buna karşın, genel pratisyenlik için de şu ifade türetilir: “Genel pratisyen giderek her şey hakkında daha az şey bilen kişidir. Öyle ki, sonunda her şey hakkında hiçbir şey bilir”. Kişisel olarak bir mühendis gözüyle bu tür klişe ifadelerin herhangi birine sarılmayı ve ardından bir grubun “daha iyi” olduğuna dair sonuç çıkarmayı mühendisliğin temeli olan analitik yaklaşıma aykırı buluyorum. Bilimsel ve analitik düşünce bize önermelerin kendi sınır koşulları içerisinde doğru kabul edilebileceğini öğretir. Dolayısıyla kimi koşullarda uzman, kimi koşullarda da genel pratisyen daha faydalı ve doğrudur. Bununla birlikte hemen her meslekte bu iki grup arasında bu tür bir çatışma olduğu da maalesef bir gerçektir.

Sağlık bilişimi ve bilişimcinin sağlıkla imtihanı
Buraya kadar, bilim ve teknolojinin mühendislik üzerindeki etkisini, mühendislerin düşünme tarzını, ülkemizde bilişimle ilgili mühendisliklerin meslek örgütlerinin durumunu, uzmanlıklarının ve yetkinliklerinin ölçümündeki zorluklarını ve uzmanlık ile genel pratisyenlik arasındaki ikilemi kısaca ifade etmeye çalıştım. Bütün bu yazdıklarımızdan, “bilişimci olmayan” yöneticiler için bilişimcilerle çalışmanın zor ve bir miktar öngörülemez bir süreç olduğu, aynı unsurların mühendisler için de bir stres sebebi olduğu anlaşılmıştır diye düşünüyorum. Bütün bu saydığım koşullar, çalışma alanı sağlık olduğundan birkaç derece daha zorlaşmaktadır. O yüzden şimdi bütün bu koşullarla birlikte ülkemizdeki sağlık bilişimindeki şartları inceleyip, hem mühendisler hem de onları yöneten ve genellikle mühendis olmayan yöneticiler için kolaylaştırıcı bazı öneriler üretmeye çalışacağım.

Sağlıkta mühendislerle çalışmanın zorlukları
Mühendisliğin ve bilişimin en çok kullanılması gereken alanlar arasında bilginin en çok kullanıldığı sağlık sektörü üst sıralardadır. Ancak bu yoğun etkileşim gereksinimi, beraberinde bazı yapısal ve yöntemsel zorlukları da getiriyor. Bunlara ana başlıklar halinde değinmeye çalışacağım:

Kamu şartları kaynaklı zorluklar
Sağlıkta hizmeti veren ve ödeyici kurumların önemli bir kısmı kamu kurumudur. Bu nedenle istihdamın da önemli bir kısmını kamu yapmaktadır. Kamunun aşağıda belirttiğim bazı koşulları mühendislerden yeterince yararlanmanın önünde ciddi bir engel teşkil ediyor:
1. Ücret politikası: Kamunun ücret politikası, özel sektörde çalışan nitelikli mühendislerin kamuda çalışması önünde önemli bir engeldir.
2. Bilişime verilen önem: Kamu kurumlarının teşkilat yapısında bilişimle ilgili daire ve genel müdürlüklerin isimleri, görev tanımları ve yaptıkları işler ile olması gereken arasında ciddi uçurumlar var. Çalıştığı kurumun bilgiye ve bilişime dayalı bir politika yürütmesi halinde neler yapabileceği konusunda fikir ve ufuk sahibi olan bir mühendis için, kurumunun bilişimi “teknik servis” seviyesinde algıladığını görmek ya da yaptığı önerilerin “hayali” olarak görülmesi ve küçümsenmesi delirtici bir durumdur. Nitelikli bir mühendis bu ortamda uzun süre kalmaz.
3. Sürdürülebilirlik: Mühendisler üretmeye ve geliştirmeye şartlandıkları için sürekli altyapıya, yeni projelere yoğunlaşırlar. Yapılan her yeni projenin daha önceki çalışmalarla uyumu, kendi emeğinin korunmasına da hizmet ettiği için sürdürülebilirlik ve geriye dönük uyum konusunda son derece hassastırlar. Ancak bunları sağlamak kamuda son derece zordur. Nitekim bir yönetici değiştiğinde daha önce yapılanların büyük ölçüde atıl kalması, mükerrer ya da uyumsuz yeni çalışmaların yapılması sıkça rastlanan bir durumdur. Mühendis, bir yandan kendi emeğinin heba olduğuna, diğer yandan da kamu kaynağının israf edildiğine şahit olur. Yeni projeler için şevki azalır, üretkenliği düşer. Bu konuda şahsen önemli bir tecrübe edindim. Altı yıl Dünya Bankası danışmanı olarak görev yaptığım Sağlık Bakanlığında, mükerrer projelerin yapılmaması, altyapının sürdürülebilir olması için çok ciddi mücadele verdik. Bir ölçüde de başarılı olduk. Bakanlıktan ayrılacağım günlerde dönemin Sağlık Bakanı Sayın Recep Akdağ ile yaptığım görüşmede, yapılan çalışmaların bizden sonra heba olmaması adına önerilerde bulunurken, kamuda klişe olan bir ifadeyi biraz revize ederek şöyle demiştim: “Kamuda süreklilik esastır sözü, sürekli söylenen ama esası olmayan bir sözdür”. Hakikaten, makro düzeyde devlet hep bâki ve ayakta; ancak mikro düzeyde farkında olunamayan israf ve yanlış yatırım oldukça fazla. O dönemde Sayın Bakanımız ve müsteşarlık yöneticilerinin bu konuda olabildiğince hassas olduğunu hakkıyla teslim etmem lazım. Ancak buna rağmen ülke olarak hala alınacak çok yolumuz olduğunu da söylemeliyim.
4. Mesleki tatmin: Kamudaki bilişim projeleri oldukça büyük gövdeli ve mühendisleri cezbeden yeni teknolojilerin kullanıldığı projeler olsa da etkinlik, verimlilik ve çalışma metodolojileri açısından özel sektörün oldukça gerisindeler. Bu durum, bu alanda uzun süre çalışan bir mühendisin özel sektördeki rakiplerinin gerisinde kalmasına yol açabiliyor. Bu nedenle iyi bir projede çalışıyor olsa da, özel sektöre dönmeyi düşünen bir mühendis uzun süre kamuda kalmayı istemez.

Disiplin farklılığı kaynaklı zorluklar
Bir tarafta hepimizin hayatında yeri olan doktorlar; diğer tarafta hayatın her yerinde olan mühendisler... Yaygınlık ve saygınlık açısından her iki meslek grubunun da egosu oldukça yüksek. Bu iki grubun birlikte çalışması gerektiğinde, haliyle bazı yeni sorunlar ortaya çıkabiliyor. Karşılaşılan bazı zorlukları şöyle sıralayabiliriz:

1. Bilişimci olmayan yöneticiler: Hemen tüm kamu kurumlarındaki bilişim departmanlarına baktığımızda idari görevlerde kurumun asli görevi itibariyle barındırdığı kadroların hâkimiyetini görürüz. Sağlık Bakanlığında bir doktoru, Maliye Bakanlığında bir maliyeciyi, Diyanet’te bir ilahiyatçıyı bu birimlerin başında görebiliriz. Bu yöneticilerin hepsinin “yönetici” olarak ehil insanlar olduğunu düşünsek bile, eğitimini almadıkları bir alanda yöneticilik yapmanın ve dahası başka bir meslek grubunu yönetmelerinin ne kadar zor olacağını tahmin etmek zor değil. Bence bu örneklere göre daha normal bir durum olsa da hastanelerin ve dolayısıyla kendilerinin başına doktor olmayan profesyonel yöneticileri istemeyen doktorlar bu durumu iyi anlayacaklardır diye düşünüyorum. Bilişimci bir yöneticinin gayet kolay anlayacağı ve hemen kabul edeceği hususları, bilişimci olmayan bir yöneticiye anlatmak gerçekten zordur. Basit benzetmeler yaparsanız, uzun uzun ve fakat bu arada bilgiçlik taslamadan ve karşıdakine bu konudan bazen hiç anlamadığını belli etmeden nazikçe ikna etme yoluna giderseniz çatışmayı en az seviyeye indirebilirsiniz. Bu psikolojiyi anlamaları için doktorlara şöyle bir öneride bulunabilirim: Tedavi etmeye çalıştığınız hastanızın sizin yöneticiniz olduğunu düşünün. Ya da hastanenin başına bir finansçıyı ya da insan kaynakları yöneticisini koyduğunuzda başınıza gelenleri hayal edin. Çok farklı bir durum değil. Ne var ki mühendisler, hastanelerinde doktor olmayan bir yöneticiyi barındırmamayı başarabilen doktorlar kadar şanslı değildir. Bir defa çalıştıkları yerler genellikle tamamen teknoloji şirketi olan ve ağırlıkla mühendislerin çalıştığı ve yönettiği yerler değildir. Bu nedenle azınlıktırlar. Çalışma yeri sağlık kurumu olduğunda bir de karşılarında müşteri ya da yönetici konumunda olan ve egosu yüksek bir doktor grubu vardır. Bu tür durumlarda bilgi ve bilişime yeterince saygı duymayan, üstelik yöneticilik yanı da iyi olmayan doktorlara rast gelen mühendisler için hayat gerçekten çekilmezdir. Doktorlar için de…

2. Terminoloji sorunu: Halkın anlamadığı tıp jargonu, hekimlerle hastalar arasındaki bilgi asimetrisinin aşılmaz bir zırhı durumundadır. Mühendislerde de benzer bir durum vardır. Kullanılan teknik terimleri mühendis olmayanlar büyük oranda anlamazlar. Dolayısıyla daha başlangıçta doğru iletişim kurabilmek için bile bir teknik altyapı ihtiyacı hemen göze çarpar. Bu durum benzer bir jargonu kendileri de kullanıyor olsalar da doktorları çoğu zaman rahatsız eder. Başkaları ve özellikle hastaları onları daha anlaşılır olmaya zorlayamadığı halde, onlar mühendislere daha anlaşılır olmaları için baskı yapabilirler. Bir noktadan sonra daha anlaşılır olamamak, işin doğasına mâl edilmez ve genellikle mühendisin iletişim beceriksizliğine mâl edilir (Gerçekten iletişim faciası olanlar da yok değildir tabi). Diğer taraftan daha anlaşılır olmak için elinden geleni yapan bir mühendis de zaman zaman ukalalık yaptığı algısından ve bunun davranışlara yansıyan yan etkisinden kolay kurtulamaz.

3. Ego çatışması: Diğer pek çok sorunda bir payı olan ego çatışması ayrıca da ele alınmalı aslında. Sağlık alanı dışında çalışan bilişim mühendisleri, çalıştıkları yerde büyük ölçüde bilirkişi ve değerli insan olarak kabul edilirken, sağlık alanında bu değer öyle kolayca elde edilemez. Genellikle alınacak paye, çalışılan yerdeki yegâne hâkim otorite olan (yönetici ya da kullanıcı) doktorun elindeki erkin bir kısmından feragat etmesini gerektirir. İşin kötü yanı, mühendisler de öyle kolay kolay kendi bildiklerinden vazgeçmezler. Vazgeçerlerse de işlerini yanlış yaptıklarını düşünüp başka türlü mutsuz olurlar. Her iki tarafın da iş ve sonuç odaklı olduğu, karşılıklı saygıya dayalı bir ilişki tesis edebildiği ortamlarda bu ikili çok başarılı işler yapabiliyorken, bunlardan uzak kalındığı durumlarda süreğen bir stres hep var olur.

4. Çekiç-çivi sendromu: Diğer pek çok meslekte olduğu gibi, mühendislikte de bazı ana branşlar kişinin tüm problemlere çözüm üretme yaklaşımında baskındır. Bu ana branşlardan bazıları sistem mühendisliği, güvenlik mühendisliği, yazılım mühendisliği, veri mühendisliği, kullanılabilirlik mühendisliğidir. Eğer bir yöneticiyseniz ve bilişim konusundaki danışmanınızın uzmanlığı güvenlik ise, atılacak her adıma paranoyakça bakıp bilişim imkânlarının kullanımını azaltacak şekilde öneriler vermesi doğaldır. Ya da bir sistem yöneticisi ile çalışıyorsanız, size sürekli haberleşme altyapısı, sunucu sistemleri, donanım havuzu, vb. konulardan yatırımlara sevk edecektir. Yazılım mühendisinin de her ihtiyaç için bir yazılım geliştirmek gerektiğini söyleyip dışarıdan yazılım almanıza engel olması sıkça karşılaşılan davranış şeklidir. Kullanılabilirlik uzmanı da size uygulamaların kullanışsızlığından bahsedip çoğunun yeniden yazılmasının şart olduğunu söyleyebilir. Eğer kendinizi “kandırılmış” hissetmek istemiyorsanız neyi kime soracağınız konusunda kötü tecrübe edinmeden bilgi sahibi olmalısınız.

Mesleki formasyon kaynaklı zorluklar

“Fuzzy” bir dünyada “binary” bakış sendromu
Mühendisler, başlangıçta da belirtiğim üzere analitik ve gerçekçi bir süreç izlerler. Kullandıkları parametreler kesine yakın, süreçler de deterministiktir. Sonuç bir ya da sıfırdır. Sürprizlere yer yoktur. Eğer bir hata alındıysa, onun da mutlaka çok anlamlı bir açıklaması vardır ve gözden kaçmasının sebebi, analiz aşamasında gündeme gelmemesidir. Hatanın kaynağını bulan mühendis, sistemde dikkate alması gereken yeni bir parametreyi daha keşfettiğini düşünür ve genellikle bunu da hem kendisinin bir başarısı; hem de başlangıçta ihtiyacını iyi anlatamamış olan kullanıcının eksikliği olarak algılar. Hâlbuki diğerleri bu durumu çoğunlukla mühendisin beceriksizliği olarak değerlendirir. Hangi hatada kimin ne kadar payının olduğu sürekli bir muammadır. Gerçekte ise çoğu zaman her ikisi de geçerlidir.

Önermeler mantığı ile günlük hayat problemlerini konuşmak
Mühendislerin eğitim hayatı boyunca sıkça gördükleri teoremler vardır. Bir teoremde birçok aksiyom (kabul) vardır. Eğer matematiksel olarak bir teoremde yer alması gereken aksiyomları belirttiyseniz ve bu aksiyomlar “imkânsız” değilse, onların gerçekleşme olasılığının düşük olması sizin önermenize bir halel getirmez. Çünkü “kabul” ederek ilerlemişsinizdir ve zaten aksiyomun olmadığı durum için de teoreminizin doğru olduğunu iddia etmiyorsunuzdur. Matematiksel ifadelerde anlamlı olan bu önermeler mantığı, günlük hayatta iletişimde ve karar süreçlerinde kullanıldığında sorunlara neden olur. Örneğin mühendislere farklı nedenlerden dolayı zor görünen bir konuda “şunu yapmak mümkün mü” diye sorduğunuzda çoğunlukla size şöyle cevap verdiklerini görürsünüz: “Eğer… olursa ve eğer… olursa mümkündür!” Mühendise göre kendisine düşen görevi yerine getirmiş, gayet anlaşılır, matematiksel bir önermede bulunmuştur. Gerisi onu anlaması ve karar vermesi gereken kişiye kalmıştır. Aslında bir iletişim kazasına neden olan bu tür durumlarda şu iki durumu sıklıkla gözlemlemişimdir:
1. Yönetici aldığı cevaptaki eğer ile başlayan şart ifadelerine değil, sonundaki mümkündür ifadesine odaklanıverir ve hatta mühendisin ona “bu iş gayet kolay” dediğini düşünür. Hemen o işin yapılması için talimat verir. Bir süre sonra eğer koşullu cümlelerindeki şartlar yerine gelmediğinde ya da kısmen geldiğinde çıkan sorunlardan mühendisi sorumlu tutar veya onun kendisini kandırdığını düşünür.
2. Yönetici, eğer koşullu cümlelerine dikkat kesilir ve aslında bu koşulların yerine gelmesindeki zorlukları hemen algılayıp, bu defa da “Bu koşulların olması neredeyse imkânsız, bana neden doğrudan bu işin olmayacağını söylemiyorsun?” diye mühendisi suçlar. Hakikaten, yöneticilerin beklediği cevaplar kısa ve nettir. Hâlbuki “katıksız” bir mühendisin jargonunda imkânsız diye bir şey yoktur, gerekli koşullar sağlanırsa neden olmasın diye düşünür ve kendini koşulları ifade etmeye zorlar. Bu mantığın çok baş ağrıttığını gören ve bir şekilde kendini değiştirebilen mühendisler yönetimle daha uyumlu çalışabilirler. Ancak sayıları az olan bu mühendisler, bu uğurda mühendislikten biraz uzaklaşmak, biraz da yönetici perspektifine yaklaşmak durumundadırlar.

Sonuç
Hepimiz mutlu ve başarılı olmak isteriz. Ancak bunu elde edebilmek için içinde bulunduğumuz ortamı iyi tanımamız ve olabildiğince uyum sağlamamız gerekiyor. Özellikle sağlık alanındaki gözlemlerimden yola çıkarak, hem mühendislere, hem de onlarla çalışan kullanıcı ve yöneticilere bir dizi öneride bulunmak istiyorum:

Bilişimci olmayan yöneticiler için öneriler
1. Bilişimcilere hak ettikleri saygıyı mutlaka gösterin.
2. Ancak kendi disiplini dışındaki disiplinlere saygı göstermeyen, değişime ve gelişime kapalı olan mühendislerden uzak durun.
3. Ekibinizi kurarken öncelikle işiniz için gerekli olan uzmanlık alanlarını iyi belirleyin. Bu arada size yakın çalışacak mühendislerle, uzak ve sadece belirli alanda çalışacak mühendislerde farklı özellikler arayacağınızı unutmayın.
a. Size yakın mühendislerde iş tecrübesi yüksek genel pratisyenlik (genel uzmanlık da denebilir) özelliğini daha çok ararken, size uzak olanlarda spesifik uzmanlık özelliğini önemseyin.
b. Bu ikisi arasındaki farkı ayırt etmek için yeterli teknik bilginiz yoksa görüşünde çok iddialı ve ısrarlı olan kişilerin genel pratisyen olamayacağını ve size yakın çalışamayacağını aklınızda tutun. Bunlar ya gerçekten sadece bir alanın uzmanıdırlar ve size uzak da olsa çalışabileceğiniz kişilerdir; ya da çok az şey bildiğini gizlemeye çalışa kişilerdir. Bunu ölçmenin bir yolunu arayın.
4. Önemli bir konuda karar alacağınız zaman, doğru uzmanlıktaki kişilere sorduğunuzdan emin olmaya çalışın. Farklı uzmanlıkların az ya da çok mesleki deformasyonu olacağını unutmayın ve aldığınız cevapları size yakın çalışan tecrübeli genel uzmanlarla teyit edip olgunlaştırın.
5. Mühendise sorduğunuz ve “…mümkün mü?” şeklinde biten cümlelerin, onlar için bir çeşit meydan okuma olduğunu unutmayın. Bu sorunun muhatabı mühendis tüm şartları zorlayacak ve bir sürü “Eğer… olursa...” cümlesi kurarak sizin sorunuza “Mümkündür” demeye çalışacaktır. Bu soru kalıpları yerine “Sen olsan yapar mısın?” diyebilirsiniz. Ya da mümkünse kendi sınır koşullarınızı açıklayarak “Kaynaklar, zaman ve diğer şartlar şu şekilde olduğunda yapmak optimal midir?” gibi bir soru sorabilirsiniz. O zaman yelkenleri indirip koşul cümlelerindeki zorlukları daha çok vurgulayarak size dönüş yapacaktır.
6. Mühendislerin verdiği cevaplarda yer alan koşullu cümleleri önemseyin.
7. Mühendislerin cevaplarında yer alan koşullu cümleleri çok kullanan veya hiç kullanmayan profilleri ayırt edin.
a. Bu koşullu cümlelerin fazla kullanılması sizin onlara zor işler yüklüyor olduğunuzun ya da “Hayır cevabını kabul etmediğinizin” belirtisi olabileceği gibi mühendisin sadece kendi paradigmasına göre cümle kurma ısrarından kaynaklanıyor da olabilir.
b. Koşullu cümle hiç kullanmayan ve kısa cümlelerle hayatın doğrularını ve yanlışlarını tanımlayan mühendisten uzak durun. İşini bilmeyen ya da farklı parametrelerin olabileceğini göz ardı eden biri olması kuvvetle muhtemeldir.

Bilişimci olmayan yöneticiler ile çalışan mühendisler için öneriler
Şüphesiz etkileşimin diğer tarafında da bilişim mühendisleri var ve onların da dikkat etmesi gereken hususlar çok fazla. Özellikle sağlık bilişimi alanındaki hayatı kolaylaştıracağına inandığım bazı önerilerim şunlar:
1. Yöneticinize mutlaka gereken saygıyı gösterin.
2. Yöneticinin isteklerinde, sorularında veya kararlarında kaçınılmaz olarak ortaya çıkacak ve bilişimle ilgili “bilgi eksikliği kaynaklı” durumları yönetime karşı saygınlığınızı kazanma aracı olarak kullanmayın. Bu eksikliklerin güzel bir şekilde kapatılması için iletişim halinde olun.
3. Kullandığınız jargonun anlaşılmaz olmasını ya da belirli konularda sadece sizin bildiğiniz bilgileri kendi güç alanınızı oluşturmak için asla kullanmayın. Daha anlaşılır konuşmaya ve bilgiyi paylaşmaya gayret edin.
4. Kısa ve net cevap bekleyen yöneticiyle, ikna edilmeyi seven ve gerekçeleri anlamak isteyen yöneticileri ayırt edin, her ikisine de beklentisine yetecek şekilde cevaplar vermeye gayret edin.
5. Bilişimle ilgili size her sorulan soruya tatmin edici cevap vermek zorunda değilsiniz. O bilgiye nasıl ulaşacağınızı, nasıl teyit edeceğinizi ve nasıl uygulayacağınızı söyleyebilmeniz de önemli bir katkıdır. İyi mühendis her şeyi bilen değil; neyi bilmediğini iyi bilendir. Gerektiğinde ehlinden danışmanlık almaktan imtina etmeyin, yöneticinizin almak istediği danışmanlıklara karşı koymayın.
6. Her işin sizin söylediğiniz gibi yapılmasını beklemeyin. Çalıştığınız kurumda sizin etkinizin bileşke kuvvete etki eden kuvvetlerden sadece biri olduğunu; diğer kuvvetlerin de anlamlı ve gerekli olduğunu unutmayın.
7. İddialı olmayın. İddialı olmak, doğrunun/hakkın sizin bildiklerinizden ibaret olduğu varsayımına dayandığı için bizzat hakka saygısızlıktır. Kendinizce çok doğru olduğunu düşündüğünüz şeyler, aslında ilerlemenizin önündeki engeller olabilir.
8. Sabit fikirli olmayın. Ama görüşünüzü değiştirmek için hakkınız olan rasyonel açıklamalardan da feragat etmeyin.
9. Başka bir mühendisin görüşü size aktarıldığında burun kıvırmayın. Bu görüşü hangi koşullarda hangi durum için söylediğini, mühendisin bilgi seviyesini anlamaya çalışın, sonra sadece kendi görüşünüzü ifade edin. Farklı düşünmek, küçümsemeyi veya görmezden gelmeyi gerektirmez.
10. Bilişim projelerinde ferdi başarı ya da başarısızlık yoktur. Ürettiğiniz şeylerde ortaya çıkan hatalar, sadece son kullanıcının ihmali olamaz. Hatadan kendi payınıza düşeni alın, ama fark ettiğiniz kadarıyla yöntem ve iletişim konusunda diğer aktörlere düşen görevleri de paylaşın.

SD (Sağlık Düşüncesi ve Tıp Kültürü) Dergisi, Aralık-Ocak-Şubat 2014-2015 tarihli 33.sayıda, sayfa 68-73'de yayımlanmıştır.

11 Ekim 2014 Cumartesi

Yaygın bir zorbalık, alaycılık

Etrafımda birinin (özellikle dindar bir siyasinin) tavırlarından sarkastik edayla bahsedilip “bunlar kendine müslüman kardeşim” dediğini duydukça irkiliyorum. Ancak bu irkilmem, alay edilenin müslüman olmasından kaynaklanmıyor. Öyle olsa ben de “kendine müslüman” olurdum sanırım J Aksine, dikkatlice baktığımda bu tür alaycı ifadeleri, dindarın seküler olana, Türkün Kürt’e, Kürtün Türk’e, Beyaz Türkü yeşil olana giderek daha sık şekilde uyguladığını görüyor ve aynı irkilmeyi yaşıyorum. Bu alaycı tavırla bahse konu edilen şeyler, dürüstlük, namusluluk, insanlık gibi en temel değerler olduğunda ise, irkilmenin ötesinde pis bir koku duymuşçasına oradan uzaklaşmak istiyorum.

Sonra aklıma birçok soru geliyor… Nasıl bir şey bu alay etmek? Bir insanın alay ederken söylediği ile aslında söylemek istediği şey aynı mı? Acaba alay etmekle elde edilen haz başka hangi duyguları besliyor? Alay ederken işaret edilen ve ilk bakışta dinleyene “he valla” dedirten ve hatta güldüren görüntünün ardında, iddia edilen komikliğin aksine bir hakikat saklı olabilir mi? Birisi başka bir unsurla alay ederken, dinleyenlerin beynindeki rasyonaliteyi bypass edecek ve onları itirazdan geri tutacak bir hipnoz etkisi var mıdır? Varsa, alay etmek, acaba kişileri ve kitleleri yönlendirmek için kullanılan bir yöntem haline gelebilir mi? Alaycı ifadeleri çokça kullanan bir grup “orantısız zekâ” etiketi ile ün salmıştı, acaba, alay etmekle zekâ seviyesi arasında bir ilişki var mıydı? … Bu sorular birbirini doğurarak devam ediyor.

Bu konuda iddialı ifadeler kullanacak kadar bilgi sahibi değilim. Ancak kendi sosyal yaşantım için ihtiyaç duyacağım temel bilgiler elde etmek için bir mefkûre edinmek amacıyla düşünmeye başladım. Önce bu konudaki bilimsel çalışmalara hızlıca göz attım ve çok ilginç bilimsel makaleler buldum. Örneğin kendilerine gülünmesi fobisi (gelotofobya) olanların başkalarıyla alay etme ve onlar hakkında mizah yapma eğilimlerinin ciddi derecede fazla olduğunu öğrendim [1]. Literatürde alay etmenin, “sözel şiddet/zorbalık” olarak ele alındığını [2], eğitim [3, 4], aile [5], iş [6] ve sosyal hayatta [7] bu eylemin etkilerinin incelendiğini ve hatta orta ve ileri safhalarının hukuki davalara bile (mobbing, aile içi şiddet, vb) konu olabildiğini gördüm. Şunu belirtmeliyim ki, yayınların büyük bölümü, eğitimle ilgili olanlardı. Özellikle ilk, orta ve lise eğitiminde öğrenciler arası ilişkiler ve zorbalıkla ilgili olan yayınlar… Çalışmaların çoğunun bu ya grubu üzerinde yoğunlaşması, alay etmenin de yoğunlukla çocukluk döneminde yapılan ve bir yönüyle “çocukça” bir davranış olduğunu düşündürdü bana. Gerçekten de, öyle değil mi? Başkasıyla sık sık alay edenler çoğunlukla olgun ve görgülü insanlar değillerdir. Sonra, alay etmenin alay edilen insanların davranışlarındaki değişimi inceleyen yayınlar gördüm.Örneğin alay etmenin erkek modasındaki eğilimleri etkilediği tespiti [8] çok dikkat çekiciydi. Bu tespit bana, alay etmenin birey ve dolayısıyla toplumların davranışlarında ciddi bir değişiklik etkisinin olup olmadığını araştırmaya sevk etti. Nitekim alay etmenin, alay edileni utandırma gibi bir sonucu vardı ve utanan insan da çoğunlukla daha fazla utanmamak için alay edilen unsura dair bir davranış değişikliğine gidiyordu. Diğer taraftan yayın hayatımızda benzer manayı ifade eden “mahalle baskısı” şeklinde yerleşmiş terminolojiler de mevcut. Birey ve toplum davranışlarını etkilemeye dair çalışmaları incelemeye devam ettikçe, konu toplum mühendisliğine kadar uzanıyor ki, bu alanda da yüzlerce çalışma var.

Mevzuyu çok detaylandırmadan alay etme bahsine döneyim. Literatürdeki çalışmalara baktıktan sonra, konuyu İslam âlimlerinin nasıl ele aldığını da inceledim. Alay, insan doğası ve nefsindeki bir durum olduğu için en etraflı çalışmaları tasavvuf ve ahlak kitaplarında buldum. İnceleyebildiklerim arasında en analitik çalışmayı yapan İmam Gazaliydi. Gazali, İhya-u Ulûmi’d Dîn adlı eserinin 3. Cildinde helak edici özellikler (mühlikât) arasında saydığı “dilin afetleri” bahsinde yirmi ayrı dil hastalığından bahsederken, bunlar arasında alay etmeye de yer veriyor [9]. Gazali’nin Kur’an ve sünnetten getirdiği deliller şunlar:

"Ey iman edenler! Bir kavim, diğer bir kavimle alay etmesin. Umulur ki, alay edilenler, alay edenlerden daha hayırlıdır. Kadınlar da başka kadınlarla alay etmesin. Umulur ki, alay edilen kadınlar, alay edenlerden daha hayırlıdır" (Hucûrât Suresi, 11. Ayet)

Peygamber Efendimiz, bir hutbesinde, yellenen kişiye gülünmesi hakkında "sizden birisi, kendi yaptığı bir şeyi başkasında görünce neden gülüyor?" demiştir (Buhari, Müslim)
"Kim ki, müslüman kardeşinin işlediği fakat ardından tövbe ettiği bir günahına gülerse, kendisi de ölmeden evvel mutlaka aynı günahı işler" (Tirmizi)

Burada görüyoruz ki, sakındırma genele yapılmayıp, hem erkeklere, hem de kadınlara ayrı ayrı yapılıyor. Böylelikle bu davranışın kadına ya da erkeğe has olmadığını, herkesin kaçınması gerektiği açıkça ifade ediliyor. Diğer bir tespit de, insanın kendinde olabilen bir özelliği başkasında gördüğünde gülüp ve alay etme eğiliminin olması. Ancak olgun insanlar, belirli bir terbiye ve kontrol ile bunun önüne geçebiliyorlar.

Gazali’nin naklettiği bir başka hadis, alay edenlerin de Allah tarafından alaya maruz bırakılacağını göstermesi açısından çok dikkatimi çekti. Hadis şöyle:

“Halka istihza (alay) edenlerin her birisi için cennetten bir kapı açılır. Ona “gel, gel” denilir. O da üzüntüsüyle beraber (koşa koşa) o kapıya gelir. Kapıya vardığında kapı yüzüne kapatılır. Sonra başka bir kapı açılır. Kendisine yeniden “gel, gel” denir. O da yana yakıla gelir. Kapıya vardığında kapı yine yüzüne kapatılır. Ve kendisine kapı açılıp “gel gel” dendiği halde ümitsizlikten gitmeyi terk edinceye kadar bu şekilde aldatılır” (İbn Ebi Dünya)

İşte böyle, yapılanın karşılığı hem yukarıdaki hadiste belirtildiği üzere “etme bulma dünyası” olan bu dünya da, hem de nihai karşılıkların verildiği öbür dünyada yapılan hatanın cinsine ve şiddetine göre adil şekilde veriliyor. İnananlar için ne kadar caydırıcı değil mi?

Gazali, ayette açık şekilde sakındırılan bir fiil olduğu için alay etmenin haram olduğunu belirtiyor. Ancak karşıdakine ezâ vermeyen, kişinin kendi hakkında da söyleyip gülebildiği hususların söylenmesinin de mahiyeti itibariyle alay etmek olduğu halde haram olmadığını belirterek bir ayırıma gidiyor.
Peki, haydi biz alay etmedik, ya bizimle alay edilirse ne yapmalıyız? Bu konuda da yine Gazali’nin nefsi terbiye ve ahlakı güzelleştirme babında insanın kendi ayıplarını bilmesinin yollarını anlattığı bölüm hatırıma geldi. Ona göre, kendi nefsinin ayıplarını bilmek isteyenler için dört yol söz konusu [10]:
  1. İnsan kendisine onu terbiye edecek, iyi örnek olacak, hataları konusunda uyarıp iyiliğe teşvike edecek bir mürebbi edinebilir.
  2. İnsan kendisine sadık ve salih bir dost edinebilir ki, onu iyiliğe teşvik etsin, kötülükten de sakındırsın.
  3. İnsan, düşmanının onun hakkında ne söylediğine bakar. Düşman, insanda iyi özellik aramaz, hepsi eksik ve kusurlarını arar ve söyler. Bu durumda kişi, düşmanının söyledikleri hususlar kendisinde var mı diye bakar. Gerçekten varsa düzeltmeye gayret eder.
  4. İnsan, kendisinin başka insanlarda gördüğü kusurlar olduğunda, bunu fırsat bilip önce bu kusurlar kendisinde de var mı diye bakar, şayet varsa düzeltmeye gayret eder.  

Yani, her ne kadar alay etmek, hem alay eden için dünya ve ahirette sıkıntılı sonuçlar doğuruyor, hem de alay edilen için geçici bir eziyet oluşturuyorsa da, alay edilen kişi ferasetli birisi ise, bu durumdan kendisine olumlu bir sonuç çıkartabilir. Böylelikle hem alay edeni kendi kabahati ve alacağı ceza ile baş başa bırakmış olur, hem de kendisi ile alay edilmesine de neden olabilen ve belki de fark etmediği bu özelliğinden kurtulma yolunu aramaya koyuluyor. Tabi alay edilen husus, kişinin değiştiremeyeceği bir özelliği ise (boyu, herhangi bir engeli, vs) bu durumda alay edilenin yapacağı bir şey olamayacak, alay edenin ise vay haline…

Şüphesiz konunun çok daha derin yönleri söz konusu. Ancak benim kendi yaşantım için bu kadar incelemeden sonra çıkarımlarım şunlar oldu:
  1.  Alay etmek, sözel şiddet kapsamına giren bir tür zorbalık.
  2. Zorbalık olduğu için, başarılı iletişim kurmayı ya da düşüncesini açıklamayı beceremeyen ve karşısındakine göre kendini “güçlü” hissedenlerin ya da güçle bir şey elde etmeye çalışanların başvurduğu bir yöntem.
  3. Alay etmek çocuklar arasında çok daha sık görülüyor ve tabiatı itibariyle de çocukça bir davranış.
  4. Alay eden insanların çoğu, aslında kendisiyle alay edilme fobisine ve belki gizlemek istedikleri başka komplekslere sahip oluyor.
  5. Alay etmek, İslam inancında da mutlak yasak olan ve insanı helâka götüren bir davranış.
  6. İslam inancına göre, alay edenin, alay ettiği husus dünyada mutlaka başına gelir, ahirette de kendisiyle alay edilir.
  7. Alay eden için hiçbir iyi sonuç yok; ama alay edilen açısından, alay edilen hususun gerçekten olup olmadığı kontrol edilerek, bu eksiğin giderilmesi yolu mümkün. Bu açıdan kimi durumlarda bu şerrin hayra tevdi edilmesi de olası.

Gazali’nin de belirttiği gibi insanın kendisi hakkında objektif bir değerlendirme yapması ve eksiklerini kendisinin tespit etmesi çok güç. Bunun için dışarıdan bir gözle bakmak çok önemli. Bu anlamda kendi davranışlarımızı yeterince gözlemleyemeyeceğimizi kabul edelim. Ve, kendimizi hiç alay etmiyor zannediyorsak, bu yazıyı okuduktan hemen sonra “alay edenlerle alay edip etmediğimizi” bir kez daha kontrol edelim. Zira yapılması gereken, dikkatimizi hatayı yapana değil, hatanın kendisine odaklamak ve varsa önce kendimizden ve yakınlarımızdan bu davranışı uzaklaştırmak olmalıdır.
Vesselam



Kaynaklar
[1] Andrea C. Samson, Oswald Huber, Willibald Ruch, Teasing, Ridiculing and the Relation to the Fear of Being Laughed at in Individuals with Asperger’s Syndrome, Journal of Autism and Developmental Disorders, April 2011, Volume 41, Issue 4, pp 475-483
[2] Joseph E. Zins, Maurice J. Elias, Charles A. Maher, Bulying, Victimization, and Peer Harrassment, 2007, Haworth Press, Chapter 21, p 389.
[3] Rebecca S Griffin, Alan M Gross, Childhood bullying: Current empirical findings and future directions for research, Journal of Aggression and Violent Behavior, Volume 9, Issue 4, July 2004, Pages 379–400
[4] İbrahim ÇANKAYA, İlköğretimde Akran Zorbalığı, Uludağ Üniversitesi  Eğitim Fakültesi Dergisi, 24 (1), 2011, s. 81-92
[5] Dr. Dilek YETİM, Dr. Erkan Melih ŞAHİN, Aile Hekimliğinde Kadına Yönelik Yaklaşım, Aile Hekimliği Dergisi - Cilt 2 Sayı 2
[6] Heinz Leymanna, The content and development of mobbing at work, European Journal of Work and Organizational Psychology, Volume 5, Issue 2, p 165-184, 1996
[7] Michael Billig, Laughter and Ridiculing, Towards a Social Critique of Humour, SAGE, Jul 19, 2005
[8] Jo Barraclough Paoletti, Ridicule and Role Models as Factors in American Men's Fashion Change, 1880–1910. Costume, 19(1), pp. 121–134
[9] İmam Gazali, İhyau Ulûmi’d Dîn, Tuğra Neşriyat 3. Cilt, s 287.
[10] İmam Gazali, İhyau Ulûmi’d Dîn, Tuğra Neşriyat 3. Cilt, s 138.